13 Temmuz 2016 Çarşamba

Öğrenci Kafasıyla, Avrupa'nın En Doğusundan En Batısına...



Bu yazı ilk olarak 'Hürriyet Seyahat' internet ekinde, aynı başlıkla 17 Aralık 2015 tarihinde yayınlanmıştır. 



Avrupa'nın en doğusu Türkiye, en batısı Portekiz... Boğaz Köprüsü'ne girmeden eğer son kara parçasına değiyorsa tekerlekler, Roca Burnu (Cabo de Roca) okyanustan önce ayak basılabilecek son nokta. Avrupa, kıtaların en küçüğü dahi olsa bir ucundaki İstanbul'dan öteki ucundaki Lizbon'a seyahat oldukça masraflı. Peki bir öğrenci neden Portekiz'e düşürsün yolunu?



Uzak bir diyar Portekiz. Gitmek oldukça maliyetli ama uçak biletleri için kurulan pusu sonuç veriyor. Günlerdir süren site ziyaretlerinden sonra Almanya’da Erasmus yapıyor olmamızın avantajını kullanarak, Türkiye çıkışlı bir uçuşa kıyasla uygun bir fiyata biletlerimizi satın alıyoruz. Eğer gezinin rotasını birkaç hafta önce kararlaştırmış olsaydık, tek yön için 30 Euro vermek yerine bunun yarısı fiyata uçmamız içten bile değildi.

Yolculuk gününü beklerken küçük bir detayı halletmemiz gerekiyordu. Konaklama... Lizbon'da pansiyon fiyatları kişi başı beş Euro'dan başlasa da biz,  ulaşım kolaylığı açısından şehir merkezinde olmasını istediğimiz pansiyonumuza geceliği sekiz Euro'dan rezervasyon yaptık. Bileti ucuz alınca Atatürk Havalimanı gibi merkezi bir noktadan Lizbon'a doğru yol almayacağımızın bilincinde olsak da evsizlerle muhabbet ederek havalimanına gidecek otobüsü bekleyeceğimizi hiç ama hiç düşünmemiştik. Hatta gece yarısı açık tek yer kalan fastfood zincirinden kovulup, polise evsiz olmadığımızı anlatmayı da... Olan olmuştu. Hiçbir şeyden şikayetçi değildik. Sırt çantamızdaki erzakla öyle ya da böyle atmıştık kendimizi havalimanı otobüsüne.



LİZBON'UN SICAK MERHABASI
Lizbon’a varıp pansiyona ulaştığımızda bir sürprizle karşılaştık. Büyük bir hata yapıp rezervasyon başlangıcını bir sonraki güne ayarlamış olduğumu duymak ve pansiyonun kalmayı planladığımız gece için normalden üç kat daha fazla fiyat çıkarması bize, ‘evsiz’ geçirdiğimiz son geceyi hatırlattı. Çantalarımızı  bırakıp ertesi gün dönmek üzere sokağa çıktık. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan şehir rengarenk. Arap esintileri, dar sokaklar, sarı tramvaylar, neşeli insanlar… Lizbon bizi biz de onu sevmiştik.  Alfama’nın sokaklarında kaybolduk ve hava karardığında Bairro Alto’da kalabalığa karıştık. Gece olmadan havalimanındaki kral dairemize yani 'en az ışık alan bekleme salonuna' ulaştık. Krallara layık uykunun(!) bize sağladığı tek kazanç arttırdığımız parayla ertesi akşam Fado dinleyerek ruhumuzu, kod balığı yiyerek de karnımızı doyurmamız oldu.  

Alfama Sokakları


OKYANUSTAKİ KAPTANLARA SELAM
15 numaralı tramvaya sızıp Belem’e indiğimizde Lizbon’u bir kez daha sevdik. UNESCO tarafından korunan Jeronimos Manastırı’nı gördükten sonra Gemici Henrique’nin 500'üncü ölüm yılı anısına inşaa edilen ve Vasco da Gama'dan Bartolomeu Dias'a kadar birçok Portekizli denizcinin  tasvirlerinin bulunduğu Keşifler Anıtı’na uğrayıp, okyanustaki kaptanlara selam verdik. Yürümekten yorulan bünyemizi, 1837’den beri faaliyette olan Belem Pastanesi'nde yer bulmak için biraz daha hırpalansak da  pastanenin dünyaca ünlü 'Nata' turtalarıyla tanesi bir buçuk Euro'ya doping aldık. Yönümüzü şehir merkezindeki Baxia’ya çevirdik.

Gotik stilinin devamı olan Manuelin tarzında olan kule, 16. Yüzyıl'ın başlarında Portekizli kaşif Vasco de Gama anısına yapıldı.
TABANVAY İLE SİNTRA'YI GEZMEK
Ermeni asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan petrol zengini Kalust Sarkis Gülbenkyan'ın Mısır, İslam, Mezopotamya, Yunan, Ermeni ve Uzakdoğu dünyasından toplattığı eserlerin sergilendiği müzeyi görmek istesek de müzenin açık olmayışının azizliğine uğrayıp kapıdan geri döndük. Bu olay, Lizbon’a 40 dakika uzaklıktaki Sintra’ya ulaşmamızı hızlandırdı. Kişi başı tek yön 1.80 Euro ödeyerek banliyö trenine atladıktan sonra çevreyi seyre daldık. Sintra’ya vardıktan sonra köy merkezine ulaşmak için yine en çok tercih ettiğimiz ulaşım aracı tabanvayı kullandık. Merkeze vardıktan sonra Sintra pastasını tattık, dükkanları gezdik ve Romantizm akımının önde gelen şairlerinden George Gordon Byron’ın çok sık uğradığı bara gittik.


Sintra’nın küçük ve tatlı sokaklarında keyiflendikten sonra tepeye çıkma zamanı gelip çattığında yine alışılmış olan yöntemi kullandık. Tabana kuvvet dedik ve yokuş yol boyunca yanımızdan geçen tur otobüslerine baka baka, "ha bitti ha bitecek" diyerek zirveye yani kaleye vardık. Burada, harika manzaranın keyfini çıkardık ve Arap medeniyetinin, yaklaşık 700 yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyadan nasıl ’geri püskürtüldüğünü’ geniş vadiye bakarak anlamaya çalıştık.  Sintra'ya kadar gelip Avrupa'nın sonuna varmadan geri dönemezdik. Bu nedenle, tıka basa turistle dolu bir otobüse dört Euro verdik ve yaklaşık bir saat sonra Cabo de Roca’ya ulaştık. Avrupa'nın sonuna geldiğimizi gösteren sertifikaya 11 Euro ödemek yerine biz, masmavi ve sonsuz Atlantik’i seyre daldık.

Sarı Tramvaylar Sizi Çağırıyor
Öğrenciliğin hakkını verdik Portekiz gezisi sırasınca: Havalimanında yattık, kilometrelerce yol teptik, konserveler tükettik ama hepsinden önemlisi harika bir zaman geçirdik. Kısıtlı bütçemizle yepyeni bir coğrafyayı keşfettik, tarih bilgimizi geliştirdik, yerel lezzetleri tattık, bizim gibi yolda olanlarla tanıştık ve tüm bu deneyimler sonunda hayat, bizi biraz daha büyüttü.


Lizbon ve Sintra hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak için bu blogtaki 'Lizbon: Evde Hissettiren Şehir' yazısına bir göz atın.