Aklınıza hiç Almanya’nın en eski şehri neresidir diye bir
soru geldi mi? Açıkçası benim gelmemişti ama Almanya’nın en eski şehri olan
Trier ile tanışınca sizin de onu daha yakından tanımak isteyebileceğinizi düşündüm.
Lüksemburg’tan yaptığım bu günü birlik yolculuk sizi Romalılardan, Karl Marks’a
oradan da günümüzdeki sınırsız Avrupa’daki ekonomik düzene götürecek.
Haydi seyahat ile öğrenmeye başlayalım.
TRIER
DEYİNCE
Trier, Almanya’nın Renanya Palatina (Rheinland- Pfalz)
eyaletinin en büyük dördüncü şehri. Trier,
buram buram tarih kokan bir şehir. İlk Roma imparatoru Augustus döneminde MÖ 16
yılında kurulan şehir, sonraları imparatorluğun Kuzey Alplerdeki en önemli
yerleşimlerinden birisi olmuş. Trier Baş Piskoposluğu, Fransız sınırından Ren
nehrine kadar olan alanı kontrol etmiş ve Roma siyasetinde de etkili olmuş.
Bir sınır kenti olan Trier, Almanya’nın önemli şehirlerinden
Köln’e 2 saat, Frankfurt’a 3 saat uzaklıkta. Şehrin Frankfurt-Hahn havalanına
uzaklığı ise yaklaşık 1 saat. Şehir, bulunduğu coğrafi konumu ile bugün sadece
Almanya için değil çevre ülkeler için de önem arz ediyor. Özellikle Lüksemburg
için en önemli Alman şehri Trier. Küçük ama çok mu çok pahalı olan Lüksemburg’un
sakinleri alışveriş için fiyatların bazen yarı yarıya düştüğü bu şehre başkentten
40 dakikalık bir araba yolculuğuyla ya da yaklaşık bir saat süren otobüs ve
tren yolculuğuyla ulaşıyorlar. Alışverişten de öte Lüksemburg’ta çalışan büyük
bir kesim, ülkedeki hayat pahalılığından kaçmak için Almanya’nın bu sınır
şehrinde yaşıyor. Bu kesim, 100 bin nüfuslu Trier’in yaklaşık yüzde
25 ine tekabül ediyor. Düşünsenize farklı bir ülkede yaşıyorsunuz ve her gün
başka bir ülkeye iş için gidip geliyorsunuz.
Trier, aynı zamanda bir üniversite şehri. Trier Üniversitesi
en eski Alman üniversitelerinden. 1473 yılında açılan Trier Üniversitesi 1793’te
Napolyon döneminde kapılarını bir süreliğine kapatmış olsa da 1970’de eğitime
tekrar başlamış.
Gerek mimarisi, gerek üniversite kenti olması, gerek
zenginliği, gerekse de sınır şehri olup sakinlerinin başka ülkeden para kazanıp
Almanya’da yaşamaları nedeniyle bana 6 ay Erasmus değişim programıyla okuduğum
Freiburg kentini hatırlattı. Trier gibi Freiburg’da ilk duyduğunuzda acaba
nerede ki, diyebileceğiniz gidip gördüğünüzde ya da bir süre kaldığınızda sizi
kendine çekecek bir şehir.
ROMALILAR’DAN GÜNÜMÜZE
Trier’in Almanya’nın en eski şehri olduğundan ve ilk Roma İmparatoru
Augustus döneminde görkemine kavuştuğundan daha önce bahsetmiştik. Peki Roma’dan
günümüze ne kaldı?
Romalılardan kalan ve en çok bilinen yapı, Porta Nigra yani
Kara Kapı. Şehre geçiş imkanı sağlayan bu kapı aslında şehir kurulurken inşa
edilen tek kapı değilmiş. Kuzey, güney, doğu ve batı olmak üzere dört yönde
dört tane olarak inşa edilen kapılardan bugün sadece Porta Nigra ayakta kalmış.
Kapı, inşa edildikten sonra bir süre için yapı için kullanılan taşın esas
rengini muhafaza etmişse de yüzyıllar süren savaşlar sonucunda üzerini karalar kaplamış.
Kaynaklara göre Kara Kapı’nın bu isimle anılmaya başlandığı ilk tarih 11. yüzyıl.
Kara Kapı’nın belki de benzerleri gibi yıkılmadan ayakta kalmasının en önemli sebebi
rahip Aziz Simeon’un ibadet için Baş Piskopostan izin alıp kapının içinde
yaşamını devam ettirmeye başlaması. Daha sonra kilise kompleksi olarak da
kullanılan kapı, 2. Dünya Savaşı’nı yara almadan ucuz atlatmış. Savaş sırasında
kapının iki yüz metre ötesine inen bomba, üzerine düştüğü binaları dümdüz etse
de Kara Kapı zarar görmeden ayakta kalabilmiş. Kim bilir belki de Aziz Simeon’un
duaları 20.yy a kadar ulaşmıştır. Aziz Simeon ile kutsallaşan bu kapı bugün
Almanya’da Roma’nın izlerini arayan turistlerin ilk uğrak noktası.
Kentteki Roma kalıntıları sadece eski kent kapısıyla sınırlı
değil. Günümüze ulaşmış hamamlar, katedral kalıntıları, amfi tiyatro,
hayvanların satıldığı ve tutulduğu alanlar bir Roma şehrinin nasıl olduğu
hakkında az da olsa bilgi veriyor ziyaretçilere. Şehirde, İmparatorluk
Hamamları (Kaiserthermen), 2. Yüzyıldan kalma Barbara Hamamları, Forum
Hamamları görülebilir. Almancası Viehmarkt olan Roma hayvan pazarlarının kalıntıları
da şehir merkezinde ziyaret edilebilir. Bunların dışında, Trier şehir
merkezinden 35 km uzaklıktaki Otrang Köyü, Roma köyü nasıldı diye düşünenlerin
sorularına cevap olmak için misafirlerini bekliyor.
Aktarılanlara göre imparator Büyük Konstantin* (Constantin
the Great), Trier şehrine ayrı bir önem vermiş ve şehre Hristiyanlığın en büyük
katedralini yapmayı arzulamış. Konstantin’in düşleri gerçek olmuş ve şehri
neredeyse boydan boya kaplayacak olan büyük bir katedral inşa edilmiş. Ancak
barbar Germen kavimlerinin saldırılarıyla katedral yerle bir edilmiş. Katedralin
ayağa kaldırılması ümitleri tükenince katedralden geriye kalan taş duvarlara
ekler yapılarak bugünkü katedral binası oluşturulmuş. Çevresinde bir tur atılıp
dikkatlice gezildiğinde, katedralin farklı dönemlerin mimarı üsluplarıyla
oluşturulduğu anlaşılabilir. Bugün sen
Peter Katedrali olarak da bilinen bu yapının, Almanya’nın en eski katedrali
olduğu belirtiliyor.
Bir Katedral Üç Farklı Mimari Dışarıdan içeriğe sırasıyla 18., 12. ve 1. yüzyıllardan üç farklı mimari üslup |
*İlk Hristiyan
Roma İmparatoru olan Konstantin, Roma tacını giyen 57. kişiydi. Konstantin,
imparatorluk yaptığı süre içerisinde hem güçlendirdiği imparatorluk hem de
Hristiyanlığı tüm imparatorluğa yayma girişimleriyle tarihe geçmiştir. Konstantin’in
325’te toplattığı İznik Konsülü de Doğu Hristiyanlığının yani Ortodoks
mezhebinin ortaya çıkmasını sağladı. İstanbul
şehri de 330 yılından 1930’a kadar imparator Konstantin’den ötürü Konstantiniyye
(Konstantin’in Şehri) olarak anılmıştır. Konstantin’den önceyse şehre Yeni Roma
denilmekteydi.
Trier şehri Unesco Dünya Kültür Mirası’na sahip eserlere
sahip. Hiç şüphe yok ki bu eserlerden ilk akla geleni daha önce de değindiğim
Kara Kapı. Bir diğeri ise Konstantin Bazilikası. İmparator Konstantin onuruna
inşa edilmiş bu yapı da günümüze ulaşırken eski görkemini kaybetmiş. Uğradığı
yangın ve yıkımlardan sonra küçük bir bölümünü gördüğümüz eser bugün Protestan
kilisesi olarak kullanılıyor.
Geçmişten günümüze doğru ilerlediğimizde şehir çehre
değiştirmiş ve yapılar farklılaşmış ancak değişmeden önemini koruyan ana
meydan, Hauptmarkt, bugün de eskiden olduğu gibi şehrin kalbinin attığı nokta.
Farklı tarzlarda inşa edilmiş binalar sizi bugünden alıp geçmişe götürse de
küresel mağazaların isimlerini gördüğünüzde çok geçmeden bunun bir yanılsama
olduğunun farkına varıyorsunuz.
Ana meydandaki
yapılar çok değerli ve hepsi farklı bir tarz ile tarihi simgeliyor. Meydanda
ilginizi çekebilecek en önemli yapılar Petrus Çeşmesi (Petrusbrunnen), farklı
tarzlardaki evler ve ortada bir taşın üzerine dikilmiş duran haç. Petrus Çeşmesi
rengarenk ve farklı betimlemelerle dolu. Meydanın ortasında dikilmiş duran haç
ve evlerin üzerindeki heykellerse şehrin ve Hristiyanlığın bu coğrafyadaki tarihini
anlamak için ideal.
Trier Baş Piskoposu’nun Fransız sınırından Ren Nehri’ne
kadar geniş bir kontrol alanı bulunuyordu. Bu alan içinde Baş Piskopos mutlak
güç sahibi olarak tanınıyor, din ve devlet işlerini tek kuvvet altında
birleştiriyordu. Bu gücün simgeselliğini halka göstermek üzere bir sütun
üzerine ve yine bu sütuna birleşik olarak dikilen haç, halkın ve özellikle de
zengin kesimin tepkisini çekmiş. Bu sebepten olacak ki dikilen haça tepki
olarak meydanda bulunan evlerden birinin sahibi olan dönemin zenginlerinden
bir kişi binasının haçı gören yüzüne iki adet şövalye heykeli dikmiş. Dikkatli
bakıldığında şövalyelerden birinin gözlerinin, başındaki zırhla örtüldüğünü
görebilirsiniz. Gözüne zırhı inmiş olan şövalye, ey Piskopos bizi rahat bırak,
bizden daha fazla vergi isteme ve huzurumuza el uzatma olarak algılanmış halk
arasında.
KARL MARKS’IN
TRIER’İ
Trier yapılarıyla olduğu kadar tarihe yön vermiş bir kişinin
doğum yeri olmasıyla da öne çıkıyor. Bu kişi Karl Marks. 5 Mayıs 1818 yılında
bu şehirde doğan Marks, kapitalizm eleştirileri ve politik iktisat üzerine yaptığı
çalışmalarla biliniyor. Ölümünden sonra Marksizm diye anılan iktisadi ve politik
akımın fikri öncüsü olan Marks’ın doğduğu ev bugün onu ve görüşlerini daha iyi
anlamak isteyen ziyaretçilere açık. Marks ne kadar da belirli bir grup
tarafından benimsenip diğer gruplar tarafından yerden yere vurulmuş olsa da o,
anlatmak istedikleriyle iktisadi düşünce tarihinin en önemli
figürlerinden. Müze, evin iki katında farklı odalarda farklı konu ve tarihlere ayrılmış
sergilerden oluşuyor. Ziyarete başladığınızda karşınıza çıkan ilk oda, ev ve
evin müze oluncaya kadarki tarihçesiyle ilgili bilgiler veriyor. Yan odaya
girdiğinizde sizi bir Karl Marks büstü karşılıyor ki burada genç Marks, onun ailesi,
çocukluk aşkı ve karısı Jenny von Westphalen ile ve çocuklarıyla
tanışıyorsunuz. Odalarda ilerledikçe Marks’ın fikirlerinin oluşumuna ve
hayatının akışına tanıklık ediyorsunuz. Müzede büyükçe bir oda, Marks’ın fikir
arkadaşı ve maddi destekçisi Friedrich Engel ile olan arkadaşlığına ve onların beraber gerçekleştirdiklerine adanmış. En son odaya
vardığınızdaysa Marksizmin akımı ve akımın ilk öncüleri hakkında bilgi ediniyorsunuz.
Müzeye gelmişken bahçede duran taşınabilir ve turuncu renkli
Marks figürüyle resim çektirmeyi unutmayın.
Müzenin açık olduğu saatler Nisan- Ekim ve Kasım Mart
aylarını kapsayacak iki döneme göre düzenlenmiş. İlk dönem için haftanın her
günü 10 -18 arasında ziyarete açık olan müze, ikinci dönem içinse pazartesileri
14- 17, diğer günler 11 – 17 arası açık.
Müzeye giriş için tam ücret 4 Euro, öğrenci 2,5 Euro.
Müze için daha ayrıntılı bilgiye http://www.fes.de/Karl-Marx-Haus/ linkiyle
ulaşabilirsiniz.
Trier şehrini ve Karl Marks’ın düşüncelerini daha iyi
anlamak için TRT’nin Kentler ve Gölgeler adlı programının Trier bölümünü Altan
Öymen’in sunumuyla izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=Urjqwbp1Sz0
Belirtmeden geçmeyeceğim, müzeye girişteki görevli ücreti
ödedikten sonra ücrete dahil olan kulaklık rehberi için size dil seçeneğinizi
soracak. Bu rehberler arasında maalesef Türkçe seçeneği yok. Görevlinin
söylediğine göre müzede Rusça kulaklık rehberi olmasına rağmen müzeyi ziyaret
eden Türk sayısı Rus sayısından fazlaymış. Ben ziyaretim sonunda bir form
doldurdum ve kulaklık rehber seçenekleri içinde Türkçe’nin de olması
gerektiğini belirtim. Almanya’da yaşayan Türk sayısını bir tarafa bırakırsak dahi
ülkemizden turist olarak gelenler bile müze ziyaretçilerinin büyük bir kısmını
oluştururken müzede Türkçe kulaklık rehberi olmaması büyük bir eksiklik. Bu
eksikliğinin düzeltilmesi için lütfen siz de bir form doldurun. Biliyorsunuz ki
ağlamayan çocuğa kimse meme vermez, dünyanın düzeni bu.
Burak Yazar
31.08.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder