20 Eylül 2015 Pazar

Lüksemburg: Avrupa'nın Kalbinde Küçücük Bir Ülke


Küçücük bir Avrupa ülkesine düştü yolum bu sefer. Avrupa Yatırım Bankası’nda yaptığım staj boyunca kaldığım Lüksemburg’u bir turist gözüyle anlatmaya çalışacağım bu yazımda. Ülke hakkında kısa kısa konuştuktan sonra Lüksemburg şehrinde gezineceğiz beraber. Daha sonra, ülkenin kırsalındaki saklı coğrafyalara, büyüleyici orta çağ yapılarına ve Rönesans şatolarına doğru keşfe çıkacağız. E o zaman haydi başlayalım yolculuğa.

Lüksemburg Şehrindeki Grund Bölgesinden

LÜKSEMBURG, kısa kısa

  • Resmi adı Lüksemburg Büyük Dukalığı olan ülke, tarih sahnesine 963 yılında, bugün Lüksemburg şehri sınırları içinde yer alan kalenin inşasıyla Luclinburhuc olarak çıkmış. 1346 ile 1437 yılları arasında üç Lüksemburg Prensi, Kutsal Roma Germen İmparatoru olarak taç giymiş. Hanedanlıkta veliaht erkek problemi baş gösterinceyse ülke, Burgonya Hanedanlığı’na satılmış.  1555 yılında Lüksemburg Dükalığı, İspanyol Habsburglularının eline geçmiş. 1715 yılında Lüksemburg, Avusturya Macaristan İmparatorluğu kontrolüne girmişse de Napolyon döneminde bölge Fransız ordularınca işgale uğramış.1815 Viyana Anlaşması ile Hollanda Kralı 1. William tarafından ülke, Büyük Dükalık olarak tanınmış. Lüksemburg, 1830 isyanlarından sonra Belçika gibi bağımsızlığına kavuşmuş ve bağımsızlığı 1867 yılındaki Londra Anlaşması ile tanınmış. Ülke, son yüzyıldaki iki dünya savaşındaysa Alman işgaline karşı koyamamış. 
  • Lüksemburg, Avrupa’nın en küçük ülkelerinden birisi. Yüz ölçümü 2586 km2, yani Türkiye’nin yaklaşık 300’ de biri. Lüksemburg, sınırlarını Almanya, Fransa ve Belçika ile paylaşıyor.  
  • Lüksemburg nüfusu 563 bin kişi. Nüfusun yüzde 46’sını Lüksemburg vatandaşı olmayan ancak ülkede yaşayan yabancılar oluşturuyor. Lüksemburg, yaklaşık 170 farklı milletten bireyleri misafir ediyor ve onlara yaşam imkanı sağlıyor. Portekizliler, Lüksemburg’ taki en büyük azınlık ve ülke nüfusunun yüzde 16’sını oluşturuyor.  Ülkedeki diğer büyük azınlıkların nüfusa oranıysa şöyle:  % 7 Fransız ve yaklaşık %7 İtalyan ve Belçikalı, % 7 diğer AB üye ülke vatandaşları ve %6 AB üyesi olmayan diğer ülke vatandaşları. Ülkede ikamet eden Türk vatandaşı sayısıysa 870 civarında.
  • Yabancı nüfus, ülkedeki iş gücünün yaklaşık %70’ini oluşturuyor. Ülkede yaşayan yabancı pasaportlu kişiler dışında, her gün yaklaşık 150 bin çalışan ülke değiştirip Lüksemburg’a iş yerlerine geliyor, iş çıkışındaysa tekrar Almanya, Fransa ya da Belçika’daki evlerine dönüyor. Bu gelenek her iş günü tekrarlanıyor.
  • Ülkede üç resmi dil mevcut. Bunlar Lüksemburgça, Almanca ve Fransızca. Bu üç dilden herhangi birini konuşabiliyorsanız gerek sokaklarda gerekse de devlet dairelerinde işiniz çok kolay. Bu üç dilden herhangi birine hakim değilseniz, yine de zorluk çekmeniz çok güç. Ülkede, orta öğretimden itibaren İngilizce dil eğitimi gören Lüksemburglular sizi hayal kırıklığına uğratmayacaklardır. Ortalama Lüksemburglu bir ailenin çocuğu evde konuşulan Lüksemburgça ile büyüyor. İlkokula başladığı ilk yıl Almanca dersleri alıyor ve ilkokulda devam eden yıllarda Fransızca öğrenmeye başlıyor. Orta öğretimde İngilizce ile tanışan küçük bir Lüksemburglu, liseden çıktığındaysa dört dile hakim bir dünya vatandaşı olarak ülkesini temsil ediyor. Ülkede bu dört dil dışında Portekizce ve İtalyanca bilmek de iş başvurularında kişilere büyük avantajlar sağlıyor. Büyük süpermarketlerde dahi yabancı dil bir elzem. Buralarda, kasiyerler bildikleri her dili temsilen o dilin konuşulduğu ülkelerin bayraklarından oluşan dil kartlarını kasalarının üzerlerine asmışlar. Böylelikle bu çok dilli ve çok kültürlü ülkede daha etkili bir alışveriş ortamı sağlanmış.
  • Lüksemburg, kişi başına düşen 83 bin Euroluk milli geliriyle Katar’dan sonra dünyanın en zengin ikinci, Avrupa’nınsa en zengin ülkesi durumunda. Lüksemburg bugün hizmet sektörü, AB kurumları, bankacılık ve finans ile anılsa da ülkenin zenginleşmesindeki başat rolü ağır sanayi ve özel olarak da demir çelik imalatı almış. Sanayide ileri teknolojiye ayrı bir önem verilen ülkede, havacılık sektörü ve kimyasal madde üretimi ülke sanayisinin yeni göz bebekleri. Barındırdığı kritik sektörlere rağmen bugün sanayi, ülke ekonomisinde yalnızca yüzde 14’lük bir paya sahip.  Ekonominin geri kalan yüzde 86’lık kısmınınsa neredeyse tamamını hizmet sektörü oluşturuyor.  Parantez açmak gerekirse tarım, Lüksemburg ekonominin yalnızca binde 3’üne tekabül ediyor.
  • Lüksemburg telefon kodu +352.
  • Ülke biri 1995'te diğeri de 2007’de olmak üzere iki kez Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.
  • Lüksemburg, dünyada dükalıkla yönetilen tek ülke. 60 sandalyeli parlamentonun ve 21 üyeli danışma meclisinin üstünde ülkenin reisi ve tek yöneticisi Lüksemburg Büyük Dükü Henri var. Ülke, 12 kantona ve 105 mahalli idareye ayrılmış. 2013 seçim sonuçlarına göre Hristiyan Demokrat Parti 23 vekil çıkarsa da Sosyalistler, Demokratlar ve Yeşillerin oluşturduğu birlik, yeni hükümeti oluşturmuş. Bu hükümetle birlikte 1979’dan beri aralıksız süren Hristiyan Demokrat hükümetler silsilesine bir ara verilmiş. 
  • Lüksemburg, iki havaalanıyla dünyaya bağlanıyor. Yüz ölçümü çok küçük olan ülkede temel ulaşım aracı otobüsler. Bunu, büyük şehirleri birbirine ve çevre ülkeleri de büyük şehirlere bağlayan raylı taşıma hatları izliyor. Ülkede ulaşım ağları diğer Batı Avrupa ülkelerine göre çok da harika işliyor sayılmaz. Bunun en büyük sebebi, yolların darlığı ve göç ile artan nüfusa yeterli gelmeyen ulaşım ağları. Ülkenin en büyük şehri olan Lüksemburg yoğun göç alan bir yer olması dolayısıyla trafiğin ağır işlediği bir kent. Artan nüfus, iş saatlerinde otobüslerin tıka basa dolu olmasına ve yolların da binek araç çokluğundan sıkışmasına neden oluyor. Bu sorunları idrak eden Lüksemburglu yöneticiler 2017’de hizmete girecek olan tramvay hatları ile ulaşımda görülen bu tıkanıklığı ve aksaklığı engellemeye çalışıyorlar. Alternatif ulaşım ağlarıyla da şehir trafiğine bir nebze olsun rahatlama getirilmesi amaçlanmış. Lüksemburg şehrinde sık karşılaşacağınız mavi beyaz VeloH bisikletler bu amaçla sokaklarda. Bir bisiklet paylaşım programı olan VeloH’un kullanımı, takım elbiseliler ya da topuklu ayakkabı giyenler arasında dahi çok yaygın.
  • Avrupa Birliği’ nin birden fazla kalbi olduğu kesin ama kesin olan başka bir konu da kalplerden birinin Lüksemburg’ta atıyor olduğu.  Bu küçük ülke, ortak Avrupa rüyasının gerçeğe dönüşmeye başladığı yerlerden birisi olarak tarihteki yerini almış. 1948’deki Benelüks Gümrük Birliği’nin Belçika ve Hollanda ile beraber üçüncü üyesi olan Lüksemburg, 1952’de Avrupa Birliği’nin temeli sayılabilecek ilk birlik olan Avrupa Demir Çelik Topluluğu’nun kuruluşunda da ilk imza atan ülkelerden. Yine AB’nin öncüsü olan Avrupa Ticaret Topluluğu’nun oluşmasında Lüksemburg, 1957’deki Roma Anlaşması’nı imzalayan altı ülkeden birisi. 1985’te yürürlüğe giren Schengen Anlaşması, adını Lüksemburg’un güneyindeki sınır kenti Schengen’den alıyor. Lüksemburg şehrindeki Kirchberg platosu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra inşaatına başlanan Avrupa kurumlarıyla ülkenin ve AB’nin övünç kaynağı. AB’nin kurucu atalarından sayılan Robert Schuman, Euro para biriminin öncülerinden Pierre Werner ve AB’nin yürütme kurulu yani Avrupa Komisyonu’nun 2014 yılından bu yana başkanı olan Jean- Claude Juncker Lüksemburg’un en önemli kişiliklerinden.


LÜKSEMBURG ŞEHRİ

Lüksemburg bir başkent olmasından öte adını verdiği ülkenin beyni, ayakları, kolları yani kısaca her şeyi. Şehrin nüfusu 100 bin civarında ve bunun yaklaşık yarısını Lüksemburglu olmayan ancak şehirde ikamet eden çalışanlar oluşturuyor.


Peki bir turist olarak bu şehirde ne yapılır?

Tabi ki eski şehir merkezi görülmeli. Yalnız Lüksemburg’ta  eski şehir merkezi sayısı bir değil iki. Bunun sebebi, Avrupa’nın meşhur nehirlerinin burada bir farklılığa imza atarak normalden çok daha derin bir vadiden akması ve bu sebeple şehri alt ve üst şehir olarak iki kısma ayırması. Alt şehirle üst şehir yokuşlu yollar ve asansörlerle birbirine bağlanıyor. Bugün, üst şehir alışverişin kalbiyken alt şehirse daha sakin bir hal içinde. Hamilius diye anılan merkez, üst şehirde yer alıyor. Otobüs durakları, iş yerleri hep Hamilius ve çevresinde. Grund olarak adlandırılan ve Almanca ‘’temel’’ ya da ‘’aşağı’’ manasına gelen alt şehir, nehrin kenarında ve çevresindeki kafelerle barlara ev sahipliği yapıyor. İş stresinden ve yoğunluğundan arınmak isteyenler alt şehirdeki nehir çevresinde içeceklerini harika bir vadinin içinde yudumlayabilirler.
Alt Şehir (Grund)

Benim bin-çık olarak adlandırdığım hop-on hop-off diye bilinen turist otobüsleri bu şehirde de mevcut. Fiyatı hakkında hiçbir fikrim olmasa da size Lüksemburg’u gezmek için bu otobüsleri kullanmanızı tavsiye etmem. Zaten çok küçük olan şehrin sokaklarında kaybolun, yapılardaki mimariyi görün ve çoğunluğu Lüksemburglu olmayan şehir sakinlerinin konuştuğu dilleri anlamaya çalışın.


Place Guilaume II

Şehirde iki ana meydan mevcut, bunlar Place d’ Armes ve Place Guillaume II. Place d’ Armes, Place Guillaume II ile kıyaslandığında küçük olmasına rağmen çok daha sevimli. Meydanın iki tarafı ağaçlarla kaplı ve ağaçları arasına alan bir köşede bir sahne kurulu vaziyette. Bu sahnede düzenlenen konserler, özellikle yaz ayları meydandaki kafe ve restoranlarda oturanlar için müzik ziyafeti sunuyor. Place Guilaume II meydanı, adını dönemin Büyük Hollanda Kralı William’dan alıyor. Bu meydanda dikkati çeken yapı, Lüksemburg Belediye Sarayı yani Hotel de Ville.  Meydanda ayrıca büyükçe bir turist ofisi ve birkaç işletme var. Place Guilaume II meydanından görülen ve dikkat çeken bir yapı Notre Dame Katedrali. Katedral, meydana yaklaşık 1 dakikalık yürüme mesafesinde. Katedralin önündeki küçük meydanlıkta 1919-1964 yılları arasında ülkesini yöneten Büyük Düşes Charlotte’un heykeli yer alıyor. Bu nokta turistler için de ilgi çekici bir nokta. Heykeli ve katedrali gördükten sonra tekrar Guilaume Meydanı’na doğru yürümeye başlarsanız yolu geçmeden sağ tarafınızda bir binaya denk geleceksiniz. Milletvekillerinin çalışma odalarının yer aldığı bu bina ile yolun karşısında bulunan ve birbirlerine bir cam köprüyle bağlı olan diğer yapıysa ülkenin 60 sandalyeli meclis binası.

Milletvekili Ofisleri ve Meclis
Ortadaysa Bir Köprü
Kirchberg bugün AB kurumlarına ev sahipliği yapan bir plato. İkinci Dünya Savaşı sırasında bakir durumda olan plato için ilk imar fikri Nazilerden gelmiş. Özel olarak getirttikleri mimarlara şehir planları çizdiren Nazilerin amacı Kirchberg’te Alman ideallerini gösteren yeni ve göz alıcı yapıtlardan oluşan alternatif bir şehir merkezi inşa etmekmiş. Nazilerin yenilgisiyle Kirchberg onların planlarına göre düzenlenmese de Avrupa Birliği’nin temel kurumlarının ilk binaları bu alana yerleştirilmiş. Bugün Lüksemburg’un, AB’nin üçüncü başkenti olarak kabul edilmesindeki en önemli neden yıllar önce adını aldığı vişne (Kirch) tepelerinden (Berg) geriye kalan büyük cam binalardan hizaya sokulan AB bürokrasisi.

Lüksemburg küçük bir şehir ve bu şehrin kayda değer yerlerini ve yapılarını görmeniz yarım gününüzü, çok çok yavaş gezenlerdenseniz ise ancak bir tam gününüzü alır. Ancak şehir, tabi ki sadece sokaklarıyla sınırlı değil. Müzeler her şehirde olduğu gibi bu şehrin de büyük bir zenginliği. Şehirdeki yedi farklı müze, Müze Mili adı verilen 1 millik (1.8 km) bir eğri içinde yer alıyor. Bu müzeler şöyle:

  • Villa Vauban – Lüksemburg Şehri Sanat Müzesi
  • Casino Lüksemburg – Modern Sanat Galerisi
  • Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
  • Milli Sanat Tarihi Müzesi
  • Doğa Müzesi ( Milli DoğaTarihi Müzesi)
  • Musee Drai Eechelen (Üç Palamut Müzesi: Kaleler, Tarih, Kimlik)
  • Modern Sanat Müzesi (MUDAM)


Bu müzelerden adı geçen ilk beşi üst şehirde, merkezde yer alıyor. Son ikisi ise Kirchberg’de arka arkaya konumlanmışlar. Ben, bu yedi müzeden maalesef sadece iki tanesini ziyaret şansı buldum.


Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi, gezi rehberlerinin de favorilerinden. Üst şehirden alt şehre inen yokuşta kurulmuş olan bina Lüksemburg’un kuruluşundan bugüne geçirdiği olayların dönemlere ait objelerle yansıtıldığı bir yer. Müze, sürekli serginin yanı sıra dönemlik sergilerle de Lüksemburg şehir hayatını ziyaretçilere yansıtıyor.

Müzeye giriş yetişkinler için 5, öğrenciler için 3 Euro. Salıdan pazara 10’dan 6’ya kadar açık olan müze, perşembe günleriyse 8 e kadar ziyaret edilebilir. Perşembe günleri 6 ile 8 arası müzeye giriş ücretsiz.

Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
Dış Görünüm
Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
İç Mekan























Villa Vauban, şehir parkının köşesinde yer alan bir 19.yüzyıl burjuva yapısı. Bu eski ve asil yapı, bugün sürekli sergilerin gösterildiği alt katta 17. Yüzyıl Hollanda ve 19. Yüzyıl Fransız eserlerine ev sahipliği yapıyor. Giriş katı ve üst katta ise süreli sergilerle beraber değişen konu ve konukların eserleri görülebilir.

Müzeye giriş yetişkinler için 5, öğrenciler için 3 Euro. Pazartesiden pazara saat 10’dan 6’ya kadar açık olan müze, sadece perşembe günleri kapalı. Cuma günleri 6 ile 9 arası müze, ücretsiz ziyaret edilebilir.

Müzedeki Bir Tablodan
Ayrıntılı bakıldığında şöminenin çevresinde 
yer alan yazılardan Batı sanatında görülen 
oryantalizme şahit olabilirsiniz. 


Müze Mili ve müzelerle ilgili daha ayrıntılı bilgi almak için visitluxembourg sitesindeki Lüksemburg Müze ve Sergiler Kitapçığına bir göz atın. 



Lüksemburg şehir merkezinde saat 6’dan sonra açık olan tek yerler barlar ve restoranlar. Bu küçücük şehirde salı ya da çarşamba günlerinde dahi barlarda insan bulmanız mümkün. Bunun için doğru adresse yine üst şehirdeki barlar. Alt şehir yani Grund’da bulunan mekanlar cuma ve cumartesi günleri dışında geceleri genelde boş oluyor. Siz yine de Oscars’a ya da nehrin kenarındaki Scott Pub’a bakmak isterseniz asansöre atlayın ve alt şehre inin. Asansör sabah 6’dan gece 2’ye kadar açık tutuluyor.

Cuma ve cumartesi geceleri, saatler gece yarısını geçtiğinde hala üst şehirdeyseniz ve canınız sıkılmaya başladıysa Clausen’e giden CN1 adlı ücretsiz gece otobüslerine atlayın. Zevkinize göre bir bar ya da gece kulübüne geçin ve gecenin tadını çıkarın. Bu arada gece otobüsleri 3’e kadar çalışır vaziyette, Clausen’deki mekanlarsa yine 3 gibi durulmaya başlıyor.

Gece İçin Süslenmiş Clausen

LÜKSEMBURG KIRSALI

Lüksemburg yeşil mi yeşil, küçük mü küçük, zengin mi zengin bir ülke. Lüksemburglular, yeşilin verdiği doğal güzelliği, küçük ve zengin bir ülke olmanın avantajı ile birleştirmiş ve ortaya harika coğrafyayı süsleyen muhteşem yapılar çıkmış. Tüm Avrupa’da olduğu gibi burada da yaşanan feodalizm ve sonrasında gelen Rönesans, geriye büyük şatolar bırakmış. Şatoların bazıları son yıllara kadar soylu ailelerin konakladığı yerler olarak kalmış. 1989’da Lüksemburg şatoları için bir vakıf dahi oluşturulmuş. Turist ofisinden aldığım broşürde yazan bilgilere göre ülkede, bugün itibariyle halka açık 18 şato mevcut.

Ben, Lüksemburg’ta kaldığım süre boyunca kuzeydeki Vianden ve Beafort şatolarını ziyaret ettim. Şatolar, orada görecekleriniz ve şatolardan insan manzaralarıyla beraber size şatoların bulunduğu çevre hakkında da kısa bilgiler vermek istiyorum.

VIANDEN

Vianden Şatosu, 11. Yüzyılda Roma kalesi kalıntıları üzerine inşa edilen duvarlarla oluşturulmaya başlanmış. Sonraları Romanesk ve Gotik mimari üsluplarla şekillenen yapı, tüm Avrupa’da bu mimari tarzların en güzel örneklerini taşıyan şatolardan biri olarak gösteriliyor.  15. Yüzyıldan itibaren Avrupa’nın önemli feodal ailelerinin konutu olarak kullanılan yapı, 1820’de Hollanda Kralı 1. William ‘ın kontrolü altına girdiğinde parça parça satılmaya başlanmış. 1977 yılında Lüksemburg Düklüğü’nün zimmetine geçen şato kalıntıları, büyük restarosyonlar sonucu diriltirilerek bugünkü görkemli haline ulaşmış.

Vianden Şatosu

Şatonun farklı odalarında farklı sergiler mevcut, Avrupa’da yaşanmış olan şato hayatı buralarda resmedilmeye çalışılmış. Mutfak, yatak odaları, misafir odaları ve askeri kıyafetlerin sergilendiği odalar, eski zamanlar hakkında ziyaretçilere bilgiler veriyor. Şato, orta çağ ve Rönesans mimarisiyle ilgili de size ışık tutacak cinsten.

Şatoda Dalgalanan AB Bayrağıyla Haç Biçimindeki Pencere

Tüm bunların dışında, şatoda benim ilgimi en çok çeken, son odalara doğru karşınıza çıkacak olan yaşayan tarih gösterimleri oldu. Büyük bir salon içinde yer alan derici, satranç ustası, gotik yazı üstadı ve dokumacılar, tarihi yine tarihi kıyafetleriyle bugüne taşıyorlar. Mesela gotik yazı üstadı yaşlı adam arkasındaki küçük kıza, işinin püf noktalarını gösteriyor. Böylece hem tarih tekrar yaşanıyor hem de yazımı büyük bir uğraş gerektiren yazı stili yeni bir nesle daha aktarılmış oluyor. Bu büyük odadan dışarı çıktığınızda yaşayan tarihin devamı olan okçulara rast geleceksiniz. Burada, ok atmayı bilmeyenlere ya da acemisi olanlara, uzun Avrupa yaylarıyla İngiliz tarzı ok atımı gösteriliyor. Türk stili ok atmayı bilenler, burada bulunan kısa Macar yaylarını test edebilirler.


Yaşayan Tarihin Dokumacı Kadınları
Gotik Yazı Üstadı ve Çırağı Küçük Kız (Önde)
Deri Ustası (Arkada)






















Vianden Şatosu’nda beni en çok etkileyen, ziyaretçilere tarihin gösterildiği ve yaşatıldığı o anlar oldu. Kendi kendime hayıflandım o gün ve harika bir tarihimiz var ama onu bırakın yaşatmayı hatırlamakta bile zorlanıyoruz diye uzun uzun düşündüm. Türkiye’ye döndüğümde İstanbul Harbiye’deki Genelkurmay Askeri Müzesi hakkında bilgi sahibi oldum. 1453’te Haliç’e gerilen yaydan 16. yüzyıl tüfeklerine kadar harika bir sergiye ev sahipliği yapmasının yanında tarihi yaşatması da beni çok sevindirdi. Haftada iki gün geleneksel Türk okçuluğunun yapıldığı ve 1914 yılında kurulan Genelkurmay Mehteran Birliği’nin çaldığı bu müze, o günkü hayıflanmama bir cevap gibi oldu.

Vianden, küçük ve tatlı bir şehir. Şehir ortadan ikiye bir nehirle ayrılmış. Nehir kenarındaki kafeler ve restoranlar açlığınıza ve sususluğunuza çare olabilir. Ayrıca, kaleye çıkan yolda daha düşük bütçeler için uygun Portekiz restoranıyla bir de kebapçı mevcut.

Vianden Sokakları

Vianden şatosu ve şehri ortalama 2 buçuk saatlik bir gezinti için ideal.

Vianden’e, Ettelbrück üzerinden otobüs ya da trenle ulaşabilirsiniz.


BEAFORT (BEFORT)

Beafort, güzel kale anlamına gelen ''bellus fortis'' kelimelerinden türemiş. Beafort şehri Lüksemburg’un Küçük İsviçre olarak anılan Mullerthall bölgesinde. Bu bölge yemyeşil ve tepelikli topografyası ve sahip olduğu doğal çeşitliliği açısından övgüyü hak ediyor. Beafort, sahip olduğu iki şatoyla Küçük İsviçre’nin en önemli tarihi yerlerinden. Ortaçağ kalesi ve onun yanına inşa edilen Rönesans şatosu benim de uğradığım yerlerden oldu.

Beafort'taki Orta Çağ Kalesi

Orta çağ kalesinin yapım tarihi 1150 olarak söylense de uzmanlarca yapılan son araştırmalar, en eski burçların 9. Yüzyıla kadar dayandığına dair düşünceler oluşturmuş. Kale, Ortaçağ Avrupa’sının büyük bir tanığı olmuş. Kaleden çıkan soylu aile çocuklarının kimi Haçlı Seferleri’yle Doğu coğrafyasına yol almış, kimi soylu çocuklarıysa keşişlik veya rahiplik yapmış. 16. Yüzyılda Avrupa’da yavaş yavaş yayılan para ekonomisi, feodal lortların sahip olduğu güçlerini zaman içinde yitirmeleriyle sonuçlanmış. Değişen üretim tarzı ve feodalizmin çöküşü, eski feodal lortlardan bazılarının ticaret kervanlarına saldırmasına zemin hazırlamış. Kalenin en son feodal lordu Gaspard II de Heu da 1593’teki idamına kadar haydut şövalyelerden birisi olmuş. Onun ölümünden sonra kale ve kapladığı alan, İspanyol Habsburgluların Lüksemburg valisi Jean Baron de Beck tarafından satın alınmış. Baron de Beck, eski kalenin yanına yeni bir şato inşa ettirmek istemiş ve bu yapının yapımına 30 yıl savaşlarının son yıllarında, 1645’te başlanmış. Konut olarak kullanılacak olan şatonun yapımından sonra Orta çağ kalesi yeni sahiplerinin nazarında değerini yitirmiş ve 18. Yüzyıldan itibaren kaderine terk edilmiş. 1920 yılında eski kale yaklaşık 300 yıllık uykusundan uyanmış ve büyük bir bakıma girmiş. Restorasyondan sonra yaklaşık 900 yıllık kale 1932 yılında halka açılmış. Eski kalenin yanındaki Rönesans şatosu 1981 yılında son ev sahibesi Anne Marie Linckels tarafından devlete bağışlanmış. 2012 yılında 95 yaşında hayata gözlerini yuman Bayan Linckels’ten bir sene sonra Rönesans şatosu da ziyaretçilere açılmış. Ev, son sahibesinin bıraktığı gibi muhafaza edilmiş, onun okuduğu kitaplar dergiler dahil her şey yerli yerinde son dönem soylu hayatını görmek isteyen ziyaretçileri bekliyor. Bayan Linckels ile ilgili duyduğum ve beni en çok şaşırtan şeyse, son yıllarına kadar alışverişini kendisi yaptığını, bahçede ve mutfakta yaverlerine yardımı hiç eksik etmediğini duymak olmuştu.

Rönesans Şatosunun İçinden
Şatonun Bahçesinden



Şatolar dışında Lüksemburg kırsalları sizi masallara götürecek cinsten. Ekili arazilerden arta kalan yonca tarlalarına kocaman inekler tarafından kaplanmış. Şehirlerin arasını birbirine bağlayan tek şeritli yollar stresten uzak hayatların mümkün olabileceğinin apaçık bir göstergesi.

Lüksemburg Kırsalında Bir Çiftlik


LÜKSEMBURG’TAN GÜNÜ BİRLİK

Lüksemburg, Almanya, Fransa ve Belçika’ya komşu olduğundan bu ülkelere günü birlik seyahatler mümkün.

Günü birlik geziler için en popüler rota Almanya’nın Trier şehri. En Eski Alman şehri olma ünvanını taşıyan Trier, Roma İmparatorluğu’ndan kalma yapıları, doğal güzellikleri ve eski şehir merkezi ile bir cazibe merkezi. Trier için ayrıntılı bilgiyi yine bu blogta yer alan, Trier: Almanya’nın En Eski Şehrine Yolculuk adlı yazımdan ya da bu linkten ulaşabilirsiniz.

Fransa’nın Metz ve Belçika’nın Arlon şehirleri akla ilk gelen günü birlik rotalardan. Bu iki şehrin Lüksemburg garından uzaklığı yaklaşık 40 dakika.

LÜKSEMBURG KIRSALINDAN BANA KALANLAR

Lüksemburg kırsalında kat ettiğim yollar ruhumu okşasa da beni aynı zamanda derin düşünceler içinde bıraktı. Büyük şehirlerde yaşamaya mecbur bırakılan, düşük kaliteli hayatların sahibi, köyünden kasabasından uzak betonlaşan Türk insanının nasıl o güzelim Anadolu’yu tekrar keşfedebileceğini kurguladım kafamda.

Lüksemburg, küçük bir ülke olması dolayısıyla hizmet sektörüne yoğunlaşmış. Bugün, ülke ekonomisinin yüzde 86’sını hizmet sektörü oluşturuyor ancak bu, ülkedeki ekilebilir tarım topraklarının boş bırakılması anlamına gelmiyor. Tarım, ülkenin ekonomisine çok düşük bir katkı yapsa dahi tarımsal alanlar ekili ve hayvancılık hala ciddi biçimde sürdürülüyor. Öyle ki, ağır sanayi ile teknoloji yoğun sanayi üretiminin dışında üretimin çok sınırlı olduğu ülke, süt üretiminin çoğunu kendisi karşılıyor.

Türkiye’de boş bırakılan topraklar ve köyden kente göç, hem şehirlerdeki yaşam masraflarını hem de gıda fiyatlarını yükseltiyor. Kırsalda boş ve kaderine bırakılan topraklar ile şehirde üst üste binen binalar, bugünün Türkiye’sinin apaçık bir gerçeği. Bir iktisatçı olarak sürdürülebilir kalkınma benim için en önemlisi. Gezilerimin arka planını da hep bu oluşturuyor. Gezdiğim ülkelerin ekonomisini nasıl sürdürdüğü ve nasıl yücelttiği benim için çok değerli. Küçük bir ülke olan Lüksemburg, Avrupa’nın kalbindeki konumu ve AB’nin üç başkentinden birisi olması nedeniyle kendine hizmet sektörünü seçmiş ve böylece zenginleşmiş. Biz de ülkemizin kendine has özelliklerini göz önüne alarak kendimize en uygun ekonomik kalkınma modelini seçmeliyiz ki refaha erişelim. Benim bu noktada gözüm hep Anadolu’da ve hayalim kaderine terk edilmiş Anadolu’nun üretimle şahlanmasında.

Bir gün değeri anlaşılan, ürettiğini tüketen, yeşile boyanmış ve refah içindeki Anadolu’dan yazma ümidiyle, hepinize güzel seyahatler… 


31 Ağustos 2015 Pazartesi

Trier: Almanya'nın En Eski Şehrine Yolculuk

Aklınıza hiç Almanya’nın en eski şehri neresidir diye bir soru geldi mi? Açıkçası benim gelmemişti ama Almanya’nın en eski şehri olan Trier ile tanışınca sizin de onu daha yakından tanımak isteyebileceğinizi düşündüm. Lüksemburg’tan yaptığım bu günü birlik yolculuk sizi Romalılardan, Karl Marks’a oradan da günümüzdeki sınırsız Avrupa’daki ekonomik düzene götürecek.

Haydi seyahat ile öğrenmeye başlayalım.


Hauptmarkt'ta Güne Hazırlanan Tezgahlar

TRIER DEYİNCE

Trier, Almanya’nın Renanya Palatina (Rheinland- Pfalz) eyaletinin en büyük dördüncü şehri.  Trier, buram buram tarih kokan bir şehir. İlk Roma imparatoru Augustus döneminde MÖ 16 yılında kurulan şehir, sonraları imparatorluğun Kuzey Alplerdeki en önemli yerleşimlerinden birisi olmuş. Trier Baş Piskoposluğu, Fransız sınırından Ren nehrine kadar olan alanı kontrol etmiş ve Roma siyasetinde de etkili olmuş.



Merkez Tren İstasyonunun Duvarından Trier

Bir sınır kenti olan Trier, Almanya’nın önemli şehirlerinden Köln’e 2 saat, Frankfurt’a 3 saat uzaklıkta. Şehrin Frankfurt-Hahn havalanına uzaklığı ise yaklaşık 1 saat. Şehir, bulunduğu coğrafi konumu ile bugün sadece Almanya için değil çevre ülkeler için de önem arz ediyor. Özellikle Lüksemburg için en önemli Alman şehri Trier. Küçük ama çok mu çok pahalı olan Lüksemburg’un sakinleri alışveriş için fiyatların bazen yarı yarıya düştüğü bu şehre başkentten 40 dakikalık bir araba yolculuğuyla ya da yaklaşık bir saat süren otobüs ve tren yolculuğuyla ulaşıyorlar. Alışverişten de öte Lüksemburg’ta çalışan büyük bir kesim, ülkedeki hayat pahalılığından kaçmak için Almanya’nın bu sınır şehrinde yaşıyor. Bu kesim, 100 bin nüfuslu Trier’in yaklaşık yüzde 25 ine tekabül ediyor. Düşünsenize farklı bir ülkede yaşıyorsunuz ve her gün başka bir ülkeye iş için gidip geliyorsunuz.


Trier, aynı zamanda bir üniversite şehri. Trier Üniversitesi en eski Alman üniversitelerinden. 1473 yılında açılan Trier Üniversitesi 1793’te Napolyon döneminde kapılarını bir süreliğine kapatmış olsa da 1970’de eğitime tekrar başlamış.


Gerek mimarisi, gerek üniversite kenti olması, gerek zenginliği, gerekse de sınır şehri olup sakinlerinin başka ülkeden para kazanıp Almanya’da yaşamaları nedeniyle bana 6 ay Erasmus değişim programıyla okuduğum Freiburg kentini hatırlattı. Trier gibi Freiburg’da ilk duyduğunuzda acaba nerede ki, diyebileceğiniz gidip gördüğünüzde ya da bir süre kaldığınızda sizi kendine çekecek bir şehir.



Şehri Ortasından Geçen Mosel Nehri


ROMALILAR’DAN GÜNÜMÜZE


Trier’in Almanya’nın en eski şehri olduğundan ve ilk Roma İmparatoru Augustus döneminde görkemine kavuştuğundan daha önce bahsetmiştik. Peki Roma’dan günümüze ne kaldı?


Romalılardan kalan ve en çok bilinen yapı, Porta Nigra yani Kara Kapı. Şehre geçiş imkanı sağlayan bu kapı aslında şehir kurulurken inşa edilen tek kapı değilmiş. Kuzey, güney, doğu ve batı olmak üzere dört yönde dört tane olarak inşa edilen kapılardan bugün sadece Porta Nigra ayakta kalmış. Kapı, inşa edildikten sonra bir süre için yapı için kullanılan taşın esas rengini muhafaza etmişse de yüzyıllar süren savaşlar sonucunda üzerini karalar kaplamış. Kaynaklara göre Kara Kapı’nın bu isimle anılmaya başlandığı ilk tarih 11. yüzyıl. Kara Kapı’nın belki de benzerleri gibi yıkılmadan ayakta kalmasının en önemli sebebi rahip Aziz Simeon’un ibadet için Baş Piskopostan izin alıp kapının içinde yaşamını devam ettirmeye başlaması. Daha sonra kilise kompleksi olarak da kullanılan kapı, 2. Dünya Savaşı’nı yara almadan ucuz atlatmış. Savaş sırasında kapının iki yüz metre ötesine inen bomba, üzerine düştüğü binaları dümdüz etse de Kara Kapı zarar görmeden ayakta kalabilmiş. Kim bilir belki de Aziz Simeon’un duaları 20.yy a kadar ulaşmıştır. Aziz Simeon ile kutsallaşan bu kapı bugün Almanya’da Roma’nın izlerini arayan turistlerin ilk uğrak noktası.



Romalılardan Kalan Kara Kapı (Porta Nigra) ve Alman Mimarisi

Kentteki Roma kalıntıları sadece eski kent kapısıyla sınırlı değil. Günümüze ulaşmış hamamlar, katedral kalıntıları, amfi tiyatro, hayvanların satıldığı ve tutulduğu alanlar bir Roma şehrinin nasıl olduğu hakkında az da olsa bilgi veriyor ziyaretçilere. Şehirde, İmparatorluk Hamamları (Kaiserthermen), 2. Yüzyıldan kalma Barbara Hamamları, Forum Hamamları görülebilir. Almancası Viehmarkt olan Roma hayvan pazarlarının kalıntıları da şehir merkezinde ziyaret edilebilir. Bunların dışında, Trier şehir merkezinden 35 km uzaklıktaki Otrang Köyü, Roma köyü nasıldı diye düşünenlerin sorularına cevap olmak için misafirlerini bekliyor.



Barbara Hamamlarından Günümüze Ulaşanlar

Aktarılanlara göre imparator Büyük Konstantin* (Constantin the Great), Trier şehrine ayrı bir önem vermiş ve şehre Hristiyanlığın en büyük katedralini yapmayı arzulamış. Konstantin’in düşleri gerçek olmuş ve şehri neredeyse boydan boya kaplayacak olan büyük bir katedral inşa edilmiş. Ancak barbar Germen kavimlerinin saldırılarıyla katedral yerle bir edilmiş. Katedralin ayağa kaldırılması ümitleri tükenince katedralden geriye kalan taş duvarlara ekler yapılarak bugünkü katedral binası oluşturulmuş. Çevresinde bir tur atılıp dikkatlice gezildiğinde, katedralin farklı dönemlerin mimarı üsluplarıyla oluşturulduğu anlaşılabilir.  Bugün sen Peter Katedrali olarak da bilinen bu yapının, Almanya’nın en eski katedrali olduğu belirtiliyor.



Bir Katedral Üç Farklı Mimari
Dışarıdan içeriğe sırasıyla
18., 12. ve 1. yüzyıllardan
üç farklı mimari üslup

*İlk Hristiyan Roma İmparatoru olan Konstantin, Roma tacını giyen 57. kişiydi. Konstantin, imparatorluk yaptığı süre içerisinde hem güçlendirdiği imparatorluk hem de Hristiyanlığı tüm imparatorluğa yayma girişimleriyle tarihe geçmiştir. Konstantin’in 325’te toplattığı İznik Konsülü de Doğu Hristiyanlığının yani Ortodoks mezhebinin ortaya çıkmasını sağladı.  İstanbul şehri de 330 yılından 1930’a kadar imparator Konstantin’den ötürü Konstantiniyye (Konstantin’in Şehri) olarak anılmıştır. Konstantin’den önceyse şehre Yeni Roma denilmekteydi.


Trier şehri Unesco Dünya Kültür Mirası’na sahip eserlere sahip. Hiç şüphe yok ki bu eserlerden ilk akla geleni daha önce de değindiğim Kara Kapı. Bir diğeri ise Konstantin Bazilikası. İmparator Konstantin onuruna inşa edilmiş bu yapı da günümüze ulaşırken eski görkemini kaybetmiş. Uğradığı yangın ve yıkımlardan sonra küçük bir bölümünü gördüğümüz eser bugün Protestan kilisesi olarak kullanılıyor.


Geçmişten günümüze doğru ilerlediğimizde şehir çehre değiştirmiş ve yapılar farklılaşmış ancak değişmeden önemini koruyan ana meydan, Hauptmarkt, bugün de eskiden olduğu gibi şehrin kalbinin attığı nokta. Farklı tarzlarda inşa edilmiş binalar sizi bugünden alıp geçmişe götürse de küresel mağazaların isimlerini gördüğünüzde çok geçmeden bunun bir yanılsama olduğunun farkına varıyorsunuz.


Ana meydandaki yapılar çok değerli ve hepsi farklı bir tarz ile tarihi simgeliyor. Meydanda ilginizi çekebilecek en önemli yapılar Petrus Çeşmesi (Petrusbrunnen), farklı tarzlardaki evler ve ortada bir taşın üzerine dikilmiş duran haç. Petrus Çeşmesi rengarenk ve farklı betimlemelerle dolu. Meydanın ortasında dikilmiş duran haç ve evlerin üzerindeki heykellerse şehrin ve Hristiyanlığın bu coğrafyadaki tarihini anlamak için ideal.



Petrus Çeşmesi ve Hauptmarkt (Ana Meydan)


Trier Baş Piskoposu’nun Fransız sınırından Ren Nehri’ne kadar geniş bir kontrol alanı bulunuyordu. Bu alan içinde Baş Piskopos mutlak güç sahibi olarak tanınıyor, din ve devlet işlerini tek kuvvet altında birleştiriyordu. Bu gücün simgeselliğini halka göstermek üzere bir sütun üzerine ve yine bu sütuna birleşik olarak dikilen haç, halkın ve özellikle de zengin kesimin tepkisini çekmiş. Bu sebepten olacak ki dikilen haça tepki olarak meydanda bulunan evlerden birinin sahibi olan dönemin zenginlerinden bir kişi binasının haçı gören yüzüne iki adet şövalye heykeli dikmiş. Dikkatli bakıldığında şövalyelerden birinin gözlerinin, başındaki zırhla örtüldüğünü görebilirsiniz. Gözüne zırhı inmiş olan şövalye, ey Piskopos bizi rahat bırak, bizden daha fazla vergi isteme ve huzurumuza el uzatma olarak algılanmış halk arasında.



Piskoposun Güç Simgesi Olan Haç ve Halk
 Tepkisini Betimleyen İki Şövalye (Beyaz Bina 1.kat)


KARL MARKS’IN TRIER’İ

Trier yapılarıyla olduğu kadar tarihe yön vermiş bir kişinin doğum yeri olmasıyla da öne çıkıyor. Bu kişi Karl Marks. 5 Mayıs 1818 yılında bu şehirde doğan Marks, kapitalizm eleştirileri ve politik iktisat üzerine yaptığı çalışmalarla biliniyor. Ölümünden sonra Marksizm diye anılan iktisadi ve politik akımın fikri öncüsü olan Marks’ın doğduğu ev bugün onu ve görüşlerini daha iyi anlamak isteyen ziyaretçilere açık. Marks ne kadar da belirli bir grup tarafından benimsenip diğer gruplar tarafından yerden yere vurulmuş olsa da o, anlatmak istedikleriyle iktisadi düşünce tarihinin en önemli figürlerinden. Müze, evin iki katında farklı odalarda farklı konu ve tarihlere ayrılmış sergilerden oluşuyor. Ziyarete başladığınızda karşınıza çıkan ilk oda, ev ve evin müze oluncaya kadarki tarihçesiyle ilgili bilgiler veriyor. Yan odaya girdiğinizde sizi bir Karl Marks büstü karşılıyor ki burada genç Marks, onun ailesi, çocukluk aşkı ve karısı Jenny von Westphalen ile ve çocuklarıyla tanışıyorsunuz. Odalarda ilerledikçe Marks’ın fikirlerinin oluşumuna ve hayatının akışına tanıklık ediyorsunuz. Müzede büyükçe bir oda, Marks’ın fikir arkadaşı ve maddi destekçisi Friedrich Engel ile olan arkadaşlığına ve onların beraber gerçekleştirdiklerine adanmış. En son odaya vardığınızdaysa Marksizmin akımı ve akımın ilk öncüleri hakkında bilgi ediniyorsunuz.



Sergilere Başlamadan Önce Sizi Karşılayan Marks


Müzeye gelmişken bahçede duran taşınabilir ve turuncu renkli Marks figürüyle resim çektirmeyi unutmayın.



Bahçedeki Marks

Müzenin açık olduğu saatler Nisan- Ekim ve Kasım Mart aylarını kapsayacak iki döneme göre düzenlenmiş. İlk dönem için haftanın her günü 10 -18 arasında ziyarete açık olan müze, ikinci dönem içinse pazartesileri 14- 17, diğer günler 11 – 17 arası açık.


Müzeye giriş için tam ücret 4 Euro, öğrenci 2,5 Euro.


Müze için daha ayrıntılı bilgiye http://www.fes.de/Karl-Marx-Haus/ linkiyle ulaşabilirsiniz.
Trier şehrini ve Karl Marks’ın düşüncelerini daha iyi anlamak için TRT’nin Kentler ve Gölgeler adlı programının Trier bölümünü Altan Öymen’in sunumuyla izleyebilirsiniz. https://www.youtube.com/watch?v=Urjqwbp1Sz0



Karl Marks Müze Evi Ön Cephesi

Belirtmeden geçmeyeceğim, müzeye girişteki görevli ücreti ödedikten sonra ücrete dahil olan kulaklık rehberi için size dil seçeneğinizi soracak. Bu rehberler arasında maalesef Türkçe seçeneği yok. Görevlinin söylediğine göre müzede Rusça kulaklık rehberi olmasına rağmen müzeyi ziyaret eden Türk sayısı Rus sayısından fazlaymış. Ben ziyaretim sonunda bir form doldurdum ve kulaklık rehber seçenekleri içinde Türkçe’nin de olması gerektiğini belirtim. Almanya’da yaşayan Türk sayısını bir tarafa bırakırsak dahi ülkemizden turist olarak gelenler bile müze ziyaretçilerinin büyük bir kısmını oluştururken müzede Türkçe kulaklık rehberi olmaması büyük bir eksiklik. Bu eksikliğinin düzeltilmesi için lütfen siz de bir form doldurun. Biliyorsunuz ki ağlamayan çocuğa kimse meme vermez, dünyanın düzeni bu.



Burak Yazar
31.08.2015

12 Ağustos 2015 Çarşamba

Hong Kong: Doğu ile Batı'nın Buluştuğu Coğrafya

Hong Kong, bu ismi duyunca aklınızda ne canlanıyor bilmiyorum ama çocukken ilk kulağıma çalındığında keşfedilesi ve merak uyandıran iki kelime idi benim için Hong Kong. Sonraları Asya için hep tembel davrandığımdan Hong Kong ile ilgili bildiklerim çok artmadı. Erasmus’ ta aldığım bir derste ağır Alman aksanlı tonton hocamız bahsetmişti birkaç kez Hong Kong’tan. Yine Erasmus’ta tanıştığım Hong Konglu bir kız ısrarla Hong Kong Çin değildir diyordu bana. Ha bir de Amerika değişim öğrencisiyken Hong Kongluların Çin hükümetine karşı yaptığı protestolar ve okulda asılan kırmızı beyaz bayraklar vardı aklımda Hong Kong’a gelmeden önce.

Çin kültürü, yazısı, yemekleri, coğrafyası ve insanları, yüzünü hep Batıya dönmüş ve Doğu’yu maalesef unutmuş olan bir ülkenin çocuğuna ne kadar egzotik gelebilirse ben de böyle hissettim yolculuğa çıkmadan önce. Doğu’nun saklı medeniyeti Çin coğrafyasına arka kapıdan da olsa adım atıyordum işte. Marko Polo, Moğolların kurduğu Çin’in Yuan Hanedanlığı’na 13. yüzyılda yaptığı ziyarette nasıl hissettiyse ben de öyle hissediyordum, bilgiye aç.

Hong Kong'ta Gece Olduğunda 


HONG KONG, kısa kısa


  • Hong Kong, kelime anlamı olarak ‘’Güzel Kokan Liman’’ demek.
  • Türkiye ile saat farkı yazları beş kışları altı. Hong Kong’ta UTC+8 saat dilimini kullanılıyor.
  • Turistlik ve iş amaçlı gezilerde 3 ay süreyle Türk vatandaşlarına vize uygulanmıyor.
  • Ülke kodu +852.
  • Hong Kong eski bir İngiliz sömürüsü olduğundan trafik soldan akıyor.
  • Para birimi Hong Kong Doları (HKD). Öyle adına bakıp ne çakma para birimi demeyin lütfen zira HKD dünyanın en çok kullanılan sekizinci para birimi. 1 TL yaklaşık 3 HKD.
  • Hong Konglular kendilerini Çinli olarak nitelendirmemeye özen gösteriyorlar. Onlara göre Hong Konglu olmak bir ayrıcalık.
  • Resmi dil İngilizce ve Kantonca. Kantonca, Çin’de kullanılan Mandarin’den farklı bir dil olarak nitelendiriliyor. Çin’in güney eyaletlerinde de yaygın olarak kullanılan Kantonca, Mandarin ile aynı karakterleri paylaşıyor. İkisi arasında yazısal olarak en büyük farksa Kantonca’da basitleştirilmiş Çin karakterleri yerine eski Çin karakterlerinin kullanılıyor oluşu. Eski Çin karakterleri kullanan bir diğer yer, Mandarin dilini kullanmasına rağmen ada devlet Tayvan.
  • Ülkede yaklaşık olarak yedi buçuk milyon kişi yaşıyor. Bunların yüzde doksanından fazlası Çin kökenli, geri kalanların büyük bir kısmı ise Amerikalı, Avrupalı, Hintli, Filipinli veya Pakistanlı.
  • Kilometre kareye düşen 6bin 554 kişiyle nüfus yoğunluğu en yüksek olan yerlerden birisi Hong Kong. 
  • Hong Kong bir vergi cenneti, ülkede vergi oranı yüzde 0. Bu oranla Amerika’da üretilen bir Mac Book’ u ya da I phone’u Hong Kong’ ta Amerika’nın birçok eyaletinden daha ucuza alabilirsiniz.
  • Ülke adalardan oluşuyor. Ülkeye adını veren Hong Kong adasının yanında iki yüzden fazla ada ve Çin sınırındaki küçük kara parçası ülkenin yüzölçümünü oluşturuyor.
  • Hong Kong, İngiliz sandığımız farklı firmaların da merkezi. Bunların başında dünyaca ünlü banka HSBC (Hong Kong & Shanghai Banking Corporation) ve kişisel bakım ürünleri satan Watsons geliyor. Dünyanın en iyi Havayollarından biri sayılan ve gururumuz Türk Hava Yolları ile sürekli rekabet içindeki Cathay Pacific de yine bu ülkeden.
  • Makau ile Çin’e bağlı iki Özel İdari Bölgeden birisi Hong Kong.  Özel İdari Bölge de ne yahu derseniz Çin’in sömürgeleştirilme tarihine inmemiz gerekir. Makau 16. Yüzyıldan beri Portekizlerce, Hong Kong ise 1842’den beri İngilizlerce sömürgeleştirilmiş iki küçük kara parçası. Bu bölgelerin ana karaya geçişi sömürge süreci gibi sancılı olmuş. ‘’Tek ülke iki sistem’’, Mao Zedong’un ölümü sonrası yönetimi ele alan ve Çin’i dünya pazarlarına açan Deng Xiaoping’ın Çin’in birleşmesi için 1980lerde ortaya attığı anayasal bir madde. Buna göre eski sömürgeler Makau ve Hong Kong, ana karaya bağlanacak fakat kapitalist ekonomilerini ve komünist olmayan yönetim şekillerini devam ettireceklerdir. 1997’de Hong Kong, Çin ana karasına bağlanırken, anlaşmada Hong Kong’un elli yıl süreyle kapitalist ekonomisinin devam ettirmesi ön görülmüştür. 1999’da Çin’e bağlanan eski Portekiz sömürgesi Makau da bugün ana kara Çin’den çok farklı bir çehre içinde Doğu’nun Vegas’ı ünvanıyla farklılığını gizlemiyor.
  • Muson ikliminin etkili olduğu ve Tayvan’a nazaran az da olsa tayfunların yaz aylarında sık görüldüğü bir yer olan Hong Kong ‘u görmek için en güzel zaman Ekim ile Aralık ayları arası.
  • Topraklarının sadece yüzde on üçü ekime müsait olan ülkede tarım ve hayvancılık ülke tüketimin çok küçük bir kısmını karşılayabilmekte. Bu nedenle sebze, meyve, yumurta, süt ve et ürünleri ülkede oldukça pahalı. Örnek vermek gerekirse 1 galon sütün (3,78 lt) yaklaşık 3 ABD Doları (yaklaşık 8 TL) olduğu Amerika’dan ithal edilen bir litre süt burada 10 TL gibi bir fiyata alıcı buluyor. Ülkede üretimin olmaması Tayland’dan pirinç, ABD’den yumurta ve süt, Türkiye’den kayısı ve incir gibi dünyanın birçok yerinden birçok ürünün pazarları doldurmasına sebep olmuş.
  • Hong Kong nüfus yoğunluğu en fazla olan ülkelerden biri olsa da topraklarının sadece yüzde 60 ı imara açılmış, kalan yüzde 40 ise koruma altında.
  • ‘’Hong Kong,Çin’’ adıyla Dünya Ticaret Örgütü (WTO) ve FIFA gibi uluslararası örgütlere Çin Halk Cumhuriyeti’nden bağımsız olarak üye olabilen bu şehir-devlet dünyanın da ilgisini çekmiş. 59 Baş Konsolosluk, 62 Konsolosluk, Avrupa Birliği Ofisi gibi 5 uluslararası temsilcilikle, dünya devletleri Hong Kong’a farklı bir önem atfetmişler. Ülkemiz de Hong Kong’ ta başkonsolosluk düzeyinde temsil edilmekte.

HONG KONG’TA GEZİNMEK


Havaalanına indiğinizde size bir zarf vermeye çalışan Hong Konglu görevlileri görebilirsiniz. O zarfı alın ve kapıdan çıktığınızda diğer görevlilerin zarftan çıkan hediyenizi vermesini isteyin. Bu Hong Kong’a gülümseyerek girmenize yarayacak küçük bir sürpriz. Hediyenizi aldıktan sonra şehre nasıl ineceğinize karar verin. Eğer yaklaşık 25 dakikada Hong Kong adası merkezde (Central) olmak isterseniz Airport Express metro ağına atlayın ve son durakta inin. Benim zamanım var hem de geze geze göre göre gideceğim derseniz kırmızı boyalı çift katlı havaalanı otobüslerine binin. Birçok güzergah olduğu için gideceğiniz yere hangi otobüs hattının ulaştığını havaalanından öğrenin. Airport Express 100 Hong Kong Doları (HDK), kırmızı otobüslerinse fiyatları güzergaha göre değişiyor ama ortalama 40 HKD.

Hong Kong’ta uzun kalmayı planlıyorsanız kendinize bir Octupus Card edinin. Bu karta 50 HKD depozito vererek MTR istasyonlarından ulaşabilirsiniz. Kart size sadece ulaşımda değil alışverişlerinizde de yardımcı olacaktır. Zira bu kartın geçmediği büfe market ve dükkan çok az.

Hong Kong’ta ulaşım çok kolay ve her bütçeye uygun. Ülkede çok gelişmiş bir metro sistemi var (MTR). Metro sistemi ile gidilmeyecek yerlere ise otobüs ile aktarma yapabilirsiniz. Bunun dışında kırmızı taksiler İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirlerimize göre çok uygun. Zaten geceleri metro bittiğinde ulaşım için taksilerden başka alternatif kalmıyor.

İki katlı eski tramvaylar yavaş olsalar da yollardalar, Hong Kong’a gidip bir kereliğine denemek olmazsa olmaz. Star Ferry denilen ada vapuru misali ulaşım aracının, gökdelenlerin ve yeninin kol gezdiği bu şehirde nostalji olarak adlandırılması pek yanlış olmaz. Star Ferry ile Central’dan Kowloon’daki Doğu Tsim Sha Tsui (TST) iskesine ulaşabilirsiniz (Yolculuk yaklaşık 15 dakika).


NERELERİ GÖRELİM? / NELER YAPALIM?


Viktorya Tepesi (Victoria Peak) : Hong Kongluların kısaca the peak (Tepe) dedikleri Viktorya Tepesi şehrin manzarasının en güzel yakalanabileceği yerlerden birisi ve belki de en önemlisi. Gece olduğunda gökdelenler ışıktan mücevherlerini takınıp size kendilerini beğendirme yarışına gireceklerinden burada olmak için gün batımını bekleyin.

Tepeye taksi, teleferik, otobüs gibi ulaşım araçlarıyla çıkabileceğiniz gibi bir gece
Victorya Tepesi'nden Hong Kong'a Bakış
yürüyüşüyle de güzel manzaraya kavuşabilirsiniz. Ben, Hong Kong Üniversitesi’nde başladığım gece yürüyüşünü yaklaşık 40 dakika içersinde tamamladım. Yol önce dik seyretti ama sonra tepeye vardıkça düz bir hal aldı. Böyle bir yürüyüş, turist olmaktan usananlara bir Hong Konglu gibi davranıp tepeye doğru merak uyandıran ama terletici bir hedef koyuyor. Ayrıca yolda daha önce hiç görmediğiniz tropikal hayvan ve bitkilere de rastlayabilirsiniz. Yürüyüş yolunda tıpkı benim gibi el büyüklüğünde bir örümceğe çıplak gözle ilk kez şahit olabilir ve ayrıca 50-60 cmlik dikenleriyle büyük bir kirpiye benzeyen bir hayvanla karşılaşabilirsiniz. Yolculuklarda öğrenmek hiç bitmediği için adını bilmediğiniz bu hayvanı arkadaşlarınıza anlatabilir ve onun porcupine (Dikenli Domuz)  ya da Türkçe ismiyle Oklu Kirpi olduğunu öğrenip bu adı bir daha unutmamak üzere kafanıza kazıyabilirsiniz.

Turist olmaktan usananlar ve sakinlik arayanlar, yürüyüş yolundan sonra kalabalık ve iki alışveriş merkeziyle sarılmış bu tepe için yolu kendinden daha güzel diyebilir. Ancak bu fikriniz internette dolaşan Hong Kong fotoğraflarının bir benzerini kendi imzanızı ve bakış açınızı taşıyan bir fotoğraf karesiyle değiştirebilirsiniz. Bu güzel anı ölümsüzleştirmek için seyir mekanları oluşturulmuş ama siz daha güzel bir açıya hem de daha yüksekten flaşa basmak için Startbucks ve Seven Eleven’ın da olduğu alışveriş merkezinin terasına çıkın.

At Yarışları: Sezonun açık olduğu zamanlarda her çarşamba ve cumartesi günü düzenlenen yarışlar sömürge günlerinden kalma bir gelenek. Yarışlara gittiğinizde bu ülkede bu kadar çok Beyaz var mıydı diyebilirsiniz. Beyazların yanı sıra Beyazlaşmış Hong Konglular da yarışların heyecanına ortak oluyor ve içkilerini yudumlarken arkadaşlarıyla muhabbete devam ediyorlar. At yarışları 1884’te kurulan ve bugün ülkenin vergi rekortmeni Hong Kong Jockey Club tarafından organize ediliyor. Yarışlara giriş 10 HKD. Ücretler Octupus kart ile kapıda ödenebilir. Happy Valley Racwcourse adı verilen yarış merkezine en yakın MTR istasyonu mavi hat üzerindeki Causeway Körfezi.





Stanley Sahili ve Repulse Körfezi: Hong Kong’un gökdelenleri sizi bir süre sonra boğmaya başlayacaktır. İnsan ve bina yoğunluğundan kaçış için Aberdeen bölgesi ideal bir rota, şehrin sakin kalmış yüzü burası. Aberdeen semti birkaç ünlü sahile de ev sahipliği yapıyor. Bunlardan en bilinenleri Repulse ve Stanley sahilleri. Repulse Sahili, çevresinde otel ve lüks konut alanlarının bulunduğu doğası güzel bir körfezin içinde yer alıyor. Stanley Sahili ise Hong Kong’un diğer çok bilinen kıyılarından. Otobüsten indiğinizde Stanley Sahili’ne giden yola değil de aşağıya doğru inerseniz Stanley Köyü’ne ulaşırsınız. Köyün sahili, sizi küçük bir Avrupa kentinin küçük kordon boyunda yürüyormuşsunuz hissini verecek.  Köyde ayrıca hediyelik alışveriş yapabileceğiniz dükkanlar da mevcut ancak ben hediyelik işini Kowloon’daki Mong Kok ya da Ladies Market’e bırakmanızı öneririm. Buralarda hem fiyatlar daha uygun hem de çeşit çok. Stanley Sahili ve Repulse Körfezi’ne birçok farklı otobüs hattıyla ulaşabilirsiniz. Ben Hong Kong Üniversitesi’nden de geçen 911 numaralı hatla Stanley Köyü’ne varmıştım.

Stanley Sahili

Stanley Köyü'nden Deniz





  













Yıldızlar Bulvarı (Avenue of Stars): Bruce Lee gibi Hong Konglu ünlülerin heykellerinin yer aldığı deniz kenarına yapılmış bir yürüyüş alanı.  Akşamları ışık gösterisi yapılan mekan bana kalırsa fazla abartılmış. Yolunuz düşmezse boşuna kendinizi yorup gitmeyin derim ama illa ki göreceğim ben arkadaş derseniz Doğu Tsim Sha Tsui (TST) MTR hattıyla ya da Star Ferry’den indikten sonra 5 dakikalık bir yürüyüşle Yıldızlar Bulvarı’na ulaşılabilirsiniz.

Mong Kok: Şehrin kalbi neresidir derseniz burası diyebilirim. Mong Kok; Goldfish, Portland, Shanghai , Caddeleri, Çiçek Marketi (Flower Market) ve Kadınlar Pazarı (Ladies Market) ile canlı hayvandan hediyelik eşyaya her türlü alış verişin yapıldığı ve gece sokaklarında beliren Filipinli hayat kadınları ile 24 saat yaşayan bir mekan.


Goldfish Market


Ladies Market




















Tian Tin Buda:  Dünyanın en büyük oturan Buda heykelini görmeğe ne dersiniz? Cevabınız evetse dünyanın her tarafından Budistleri ve turistleri çeken Hong Kong Budizminin en kutsal mekanına yolculuk için hazırlanın. Yalnız uzayan giden kuyruklar Buda’ya ulaşmanızı geciktirebilir.

Büyük Buda 

Buda’ya 6 kmlik bir yürüyüşle, teleferikle ya da otobüsle varabilirsiniz. Eğer nemli ve sıcak bir günde değilseniz yürüyüşü size önerebilirim. Yaz vaktinde Hong Kong’ta olanlar içinse otobüs ya da teleferik makul. Otobüs durağını biliyorsanız yaklaşık bir buçuk saatte tepedesiniz. Otobüsle uğraşmam diyenlere ise turistik mi turistik bir teleferiğimiz var. Çinli bir arkadaşım sayesinde sıra beklemeden ve üstelik çok uygun bir fiyata bindiğimiz teleferik için sabahın 11inde gördüğüm ve bitmek tükenmek bilmeyen sırayı size anlatamam. Siz siz olun biletinizi son ana bırakmayın, eğer bırakıyorsanız da sabahın erken saatinde uyanın ve Buda’nın yüzünü erken görün aksi takdirde uzun beklemelerden sonra Buda’nın selamını alacak gücü kendinizde bulamayabilirsiniz.

Tapınaklarda Para Yakma
Bu kağıtları yakmak Çin geleneğinde ölmüş
atalara para gönderip onların ihtiyaçlarını
karşılanmasının sağlanması demek
Po Lin Manastrı'nda Yakılan Mumlar ve Buda























Tian Tin Buda ya da Büyük Buda heykeli bir kompleks içinde yer alıyor. Yakşlaşık 500 metrelik sağlı sollu dükkanlarla kaplı bir alışveriş sokağının ardından sizi büyük bir kapı ve koruyucu heykellerle bezenmiş bir başka yol karşılıyor. Bu yolda devam ederseniz Po Lin Manastırı’na, Buda’ya doğru ilerlerseniz de 271 basamklı merdiveni çıkıp muhteşem manzaraya ulaşabilirsiniz.
Po Lin Manastırı

Kompleks içinde Starbucks, Subway gibi küresel yeme içme zincirlerinde ya da manastır çevresindeki vejetaryen restoranlarda ve küçük marketlerde ihtiyaçlarınızı karşılayabilirsiniz.



Çay Müzesi: Orijinal adı Flagstaff House Museum Of Tea Ware olan müze, farklı çay çeşitleri ve yüz hatta bin yıllık çaydanlıklar ile ilgi çekici bir mekan.  İngiliz koloni mimarisinin Hong Kong’taki en eski örneği olan Hong Kong Park içinde bulunan bina 1984 yılında Hong Kong Sanat Müzesinin bir kolu olarak Çay Takımı Müzesi adıyla hizmete açılmış. Müzenin hediyelik eşya bölümü de görülmeye değer. Farklı çaydanlıkların açık yeşil küçük kutulardaki buzdolabı süsleri sadece 10 HKD. Mavi hat üzerindeki Admirality durağından indikten sonra üç dakikalık bir yürüyüşle müzeye ulaşabilirsiniz. Adres: 10 Cotton Tree Drive, Central –Hong Kong Parkı.

Müzeden Temsili Bir Çay Takımı

Lan Kwai Fong (LKF): Hong Kong’un eğlence hayatının kalbinin attığı yer. Bar, restoran ve gece kulüplerinden oluşan bölgede ister sokaklarda ister mekanlarda eğlenin. Gece kulüplerine giriş erkekler için 50 HKD’den 300 HKD’ye kadar çıkarken şansınızın yaver gittiği bir güne rast gelirseniz ücret ödemeden içeri girebilirsiniz. Yanınızda kız arkadaşlarınızla mekana girmek istediğinizde onların ücret ödemeden içeri girip size bakarken sizin parayı hazırlıyor olmanız da Hong Kong’un gece hayatı kültürü.  Ağır gece kulüpleri pasaportunuzu görmek istiyorlar, onlara göre farklı kimlik ya da pasaport fotokopisi giriş için kafi değil. LKF’e Central D2 çıkışımdan ulaşabilirsiniz.

Mid-Levels: LKF ‘e göre daha sakin ve ağırlıkla hipster mekanlarının bulunduğu konut ve eğlence bölgesi. Bölge dik bir yamaca kurulduğu için yürüyen merdivenler yamaç üstündeki mekanları ve evleri birbirine bağlıyor. 

Victorya Parkı: Metropollerde ve Avrupa şehirlerinde görmeye alışık olduğumuz park kültürü Hong Kong’da da kendini gösteriyor. Causeway Körfezi’ndeki park, spor yapmaya ya da dolaşmaya gelen Hong Kongluların yanı sıra sadece pazar günleri izinleri olan ve genellikle çok ağır şartlarda çalışan Filipinli bebek bakıcılarının da uğrak noktası. 

Buralar Yetmedi Başka Nerelere Gidelim?
Benim gitmediğim fakat ilgilinizi çekebilecek aklıma gelen ilk yerleri yazıyorum:
  •    Hong Kong Disneyland
  •    Ocean Park
  •    Ten Thousand Buddhas Monestery

Kowloon Sokaklarından

NE YİYELİM NE İÇELİM?


Birkaç yıl önce Kapitalizmin Kısa Tarihi adlı bir Fernand Braudel kitabı okurken yemekle ilgili harika bir söze rast gelmiştim: ‘’Ne yersen osundur’’. Bu söz beni hep düşündürdü, insanları ve kültürleri algılamaya çalışırken hep yeme içme tarzına odaklandım o günden sonra.

Çin coğrafyası da insanları yeme içme alışkanlıkları üzerinden algılamaya çalışan ben için ideal bir gözlem yeriydi. Pirinç ve makarnanın sofranın yarısından fazlasını oluşturması ve hayvan ayrımı yapılmadan her türlü etin mideye indirilmesi milyarlarla ifade edilen bir nüfusun nasıl hayatta kaldığına dair önemli ipuçları içeriyor. Yoksa hangimizin aklına tavuğun ayağını yemek gelirdi ki?

Asya insanları neden hep kısa, onları ne böyle yapıyor derseniz yine yemek kültürüne bakmamız gerekir. Az alabildikleri protein ve karbonhidrat ağırlıklı öğünler onları zayıf ve kısa ama bir o kadar da çalışkan yapmış. Gerçi bu coğrafyada da fizyolojik özellikler artık değişiyor. 1.86lık boyumla çok uzun olacağımı düşündüğüm Hong Kong’ ta boy ve vücut yapısı Türklerin kafasındaki Asyalı insan tipi algısından farklı. Bunun temel nedeni gelişen ekonomiyle artan öğün sayısı ve yemek çeşidi. Aslında Hong Kong için gelmek istediğim nokta da işte tam burası. Hong Kong yemek zengini bir yer, Dünya mutfağını kıyasla ucuza tadabileceğiniz kaç metropol daha vardır bilemedim. Türkiye’de nadir rastladığımız Çin restoranları, Hong Kong’un her köşesinde. Bunun yanında Pakistan, Hint, Tayland, Vietnam, Japon, Kore, Türk, Amerikan, İspanyol, Meksika ve aklınıza gelmeyen diğer dünya mutfakları emrinize amade. Siz yeter ki yemek isteyin, Hong Kong size versin.


Sokak Lezzetleri

Ortalama bir mekanda Çin yemekleri 30-40 HKD arasında gidip geliyor, dünya mutfağı ise restoranın kalitesine ve cinsine göre bir fiyat aralığında belirleniyor. Ortalama bir yabancı restoranda fiyatlar bir Çin lokantasından iki ila üç katı kadar daha pahalı. Neredeyse her köşede farklı tatlara rastlayabilirsiniz ancak illa da ucuz ama bol çeşitli restoranların olduğu bir adres isterseniz Kowloon’daki Tsim Sha Tsui (TST) ideal. Burada yine İstanbul Express adlı bir Türk restoranı da var, memleket hasreti çekerseniz uğrayabilirsiniz. Benim bildiğim diğer bir Türk restoranı da Lan Kwai Fong (LKF) adlı bar ve parti bölgesindeki Tava Express.


Esnaf Lokantası Tarzı bir Çin Restoranı

Çin Çorbası
Kalın Kesilmiş Makarna, Biftek Parçaları ve Balık Topları

Tayland Yemeği ve Hindistan Cevizi Suyu
Japon Restoranında Ahtapot


Gecelemeden sonra ya da sabah erken uyandığınızda ne yersiniz? Sizi bilmem ama bu gibi durumlarda Hong Konglular Dim Sum mekanlarına akın ediyorlar. Sabaha karşı üç gibi açılan restoranlar öğleden sonra kapılarını kapatıyorlar. Kantonca ‘’yum cha’’ olarak adlandırılan ve çay içme anlamına gelen bu yemek kültürü, yeşil çay ile servis edilen mantımsı atıştırmalıklardan oluşuyor. Eğer domuz eti tüketmiyorsanız dikkatli olun çünkü domuz ürününün girmediği Dim Sum miktarı çok değil.


Dim Sum Çeşitleri ve Çaylar
Pekin ördeği sadece Pekin’de mi yenir, tabi ki hayır. 73 yıldır Hong Kong’un en leziz Pekin ördeğini sunan Yung Kee Restoran LKF bölgesinde. Central metro istasyonundan indiğinizde D2 numaralı çıkıştan LKF istikametine doğru yürüyün, Coach mağazasını geçtikten sonra yukarı doğru çıkan yolu takip edin soldan ikinci sokağa baktığınızda restoranı orada göreceksiniz. Restoranda oturup yemek söylediğinizde fiyatlar al-götür usulüne göre dört ila beş kat daha maliyetli oluyor. Pilavla beraber servis edilen al-götür Pekin ördeğinin porsiyonu 60 HKD.

Yung Kee Restoranda Dekoratif Amaçlı Asılmış Ördekler

Tropik meyveler, küreselleşen dünya ile artık marketlerde yerlerini alıyor ama siz yine de uzun saatler yolculuk etmiş meyvelerin yerine tazelerini tüketin. Papaya, passion fruit, mango, duryan, ejderha meyvesi, avakado, krem elma (cherymoya), ekmek ağacı (bread fruit) bunlardan bazıları. Size tavsiyem duryanı denemek için alırsanız az bir miktar alın zira ağır kokusu ve jelimsi tadı insanları iki gruba ayıyrıyor: onun hastaları ve ondan tiksinenler. Ben, izninizle kendimi ikinci grupta tanımlıyorum.

Kowloon Toptancı Meyve Pazarı
(Kowloon Wholesale Fruit Market)
Duryan
Yoğun kokusuyla market girişlerinde müşteri bekliyorlar



















DİN / İNANÇ ?


Çin coğrafyasında beni yemek kültürü ile birlikte etkileyen başka bir konu da inanç sistemi oldu. Semitik dinler dışındaki din ve inanç sistemleriyle ilgili ne kadar az şey bildiğimi öğrendim gezimin sonunda. Türkiye’ye dönüp bol zamanımın olduğu ilk anda da farklı din ve inançlar hakkında en azından giriş seviyesinde bir bilgimin olması için programlar izledim ve yazılar okudum. Eğer farklı inanç sistemlerine meraklıysanız, ki bir coğrafyayı anlamak için insanlarının neye ve nasıl inandıklarını anlamak gerekli, size 2009 yapımı Around the World in 80 Faiths adlı BBC belgeselini öneririm.

Çin inanç sistemine döndüğümüzde ortada bir dinin var olup olmadığı şüpheli. Bunu hem 
kendi gözlemlerim hem de Çinli arkadaşlarımın bana söyledikleri ile size doğruluyorum. Çin’de dinden ziyade bir inanışla bütünleşmiş kültür var. Feng şui ve ying yang de temeli hep eski Çin dinine giden hayatı kolaylaştırmaya ve düzenlemeye yarayan geleneklerden.

Daoizm denen asıl ve yaygın Çin inancı pragmatist bir amaçla Tanrı olarak kabul edilen atalardan, eski devlet büyüklerinden ve hatta Buda’dan yardım istemek üzerine şekillenmiş. Çin inanç sisteminde binlerce farklı Tanrı’nın var oluşu dinin ibadet yönünü azaltmış ve faydacı yönünü güçlendirmiş. Tanrılara soru sorma ve bir kutunun içindeki çubukları salladıktan sonra düşen ilk çubuğa göre (fortune stick) Tanrı’nın cevabını öğrenme kültürü, aynı ritüelin ay biçimindeki iki tahta plaka ile tekrarlanması ve tapınak çevrelerindeki fal evleri Daoizmin belirgin özelliklerinden. Daoizm neden farklı bir din değil ama faydacı bir inanış biçimi bir kez de şöyle örneklendireyim. Hong Kong’ta gezdiğim bir Dao tapınağında Buda’yı gördüm. İçimden dedim ki ne alaka şimdi, Buda Dao tapınağında. Bu bana göre camide İncil havrada Kuran görmekten farksızdı. Aydınlanmak için hemen yanımdaki Çinli arkadaşıma danıştım. Bana söylediği Daoizmin tüm tanrıları sevdiği ve Daoizmin Çin coğrafyasında ayırıcı bir güçten ziyade birleştirici bir inanç sistemi olduğuydu ve bu uğurda Buda da Tanrı kabul edilip ondan yardım istenilebilinirdi.


Wong Tai Sin Tapınağından
Tapınak Bahçesindeki İyi Dilek Havuzu
Havuz, kutsal olduğuna inanılan kaplumbağalar
 ile  dolu. Çin coğrafyasında kaplumbağa 
beslemenin şans getirdiğine dair bir inanç var.

Daoizm’de tapınaklarda ana bir Tanrı ve o Tanrı’ya eşlik eden küçük tanrılar vardır. Bu inanç sisteminde farklı tanrılardan farklı şeyler istenir çünkü her tanrının gücü ve yoğunlaştığı alan farklıdır.  Tayvan’da gördüğüm harika bir tepe üzerine kurulmuş olan manastıra iyi bir kazanç için akın edenler iş adamları, tüccarlar hatta gangsterler ve hayat kadınları idi. Bu tapınağa ticaret ve iş yapan insanların akın etmesinin sebebi ana Tanrı olarak görülen kişinin eski Çin’de hesap işleriyle ilgilenmesi imiş. Ben yine duramadım sordum arkadaşıma bu Tanrı’nın nasıl Tanrı mertebesine ulaştığını çünkü benim gördüğüm elinde değneğiyle duran ak sakallı dedeydi. Söylediğine göre ak sakallı bu zat Çin hanedanlıklarının birisinde para ve hesap kitap işleriyle uğraşan ve halk tarafından çok sevilip sayılan birisiymiş. Bu zat bir gün vefat ettiğinde onu çok seven biri kendi evine resmini asmış ve ondan işlerinin kazançlı gitmesi için yardım istemiş. Mahalleli ak sakallı dedenin resmini asıp daha sonra da zengin olan bu adamın hikayesini duyunca ak sakallı dede Tanrı olup çıkmış. Yani eski Çin’de yaşasaydınız ve yeterince cömert ve sevilen biri olsaydınız belki siz de Dao Tanrılarından birisi olabilirdiniz.  




HONG KONG’TAN BANA KALANLAR…


Yazımın başında da belirttiğim gibi bu seyahat benim Uzak Asya’ya ilk ziyaretimdi. Yirmiden fazla ülke görmüş biri olarak hep Batı’ya gittim, Doğu’yu hep merak etsem de. Hong Kong yolculuğumla Çin kültürüne ve Doğu’ya arka kapıdan ama kararlı bir giriş yaptım. Hong Kong’ta bulunduğum süre boyunca birden fazla Çin’in olduğunu fark ettim ve her yerin Çin olduğunu. Bunu, Tayvan ve Makau seyahatlerimdeki gözlemlerimle de doğruladım.

Çin yetmedi Dünya’yı bir de Asyalı gözüyle görmeye çalıştım ve güzel ama yalnız ülkeme bir de Doğu’dan baktım. İyi ki de yapmışım bunu. Dünya algısı Avrupa ve ABD ile sınırlandırılmak istenen bir ülkenin genci olarak farklı coğrafyaların gizemini ve bize katabileceklerini bir daha düşündüm seyahatim boyunca. Çok şey yazdım zihnime ve harika anılar biriktirdim.

Dünya çok büyük ama birileri doğduğumuzdan beri bizlere hep daha önce gidilmiş yolların varlığından  ve o yolların nimetlerinden söz ediyor. Oysa biz önümüze konulan yollardan farklı yolları bulmalıyız,  kendimiz için kendi yolumuzu çizmeliyiz. İşte seyahat etmek size bunu sağlar, özgür olmayı ve kendinizi bulmayı. Asya’da indiğim bu ilk ülke de benim yıllardan beri var olan bu tutkumu daha da fazla körükledi.

Benim tutkumu paylaşmak isteyenler Robert Frost’un Gidilmeyen Yol şiirini okuyun ve yolun ikiye ayrıldığı zamanlarda hayatta neyin fark yarattığının bilincine bu şiirle varın.    

gidilmeyen yol

sarı bir ormanda ikiye ayrıldı yolum,
ikisinden birden gidemediğim ve yazık ki
tek yolcu olduğum için üzgün, uzun uzun
baktım görene kadar birinci yolun
otlar çalılar arasında kıvrıldığı yeri;
sonra öbürüne gittim, o kadar iyiydi o da,
ve belki çimenlik olduğu, aşınmak istediğinden
gidilmeye daha çok hakkı vardı; oysa
oradan gelip geçenler iki yolu da
eş ölçüde aşındırmıştı hemen hemen,
ve o sabah ikisi de uzanıyordu birbiri gibi
hiçbir adımın karartmadığı yapraklar içinde,
ah, başka bir güne sakladım yolların ilkini!
ama bilerek her yolun yeni bir yol getirdiğini,
merak ettim geri gelecek miyim diye.
iç geçirerek anlatacağım bunu ben,
nice çağlar sonra bir yerde:
bir ormanda yol ikiye ayrıldı, ve ben –
ben gittim daha az geçilmişinden,
ve bütün farkı yaratan bu oldu işte.






Burak Yazar 
12.08.2015