1 Ağustos 2016 Pazartesi

Agra Bir Masal Anlat Bana

Bu yazı ilk olarak 'Gezgin Kültür' dergisinin 113. sayısında, aynı başlık kullanılarak küçük redaksiyon değişimleri ve farklı görsel seçimleriyle temmuz 2016'da yayınlanmıştır. 

Hayal edilen şehirler vardır. Bir gün mutlaka gitmeliyim denilip önce düşlerde, sonra defterlerde, sonra planlarda yer alan ve bir gün gerçek olan, gerçeğine kavuşulan şehirler. Benim 'Hayal Şehrim' Agra idi ve bu satırları yazabildiğime inanamayıp gerçekleşmiş bir hayalden, Hindistan'ın davetkar şehri Agra'dan bahsetmek istiyorum.

Onun Gözlerinden Agra
Delhi tren istasyonundan gün daha ağarmadan bindiğimiz tren üç saatlik bir yolcuktan sonra Tac Mahal’in şehri Agra’ya taşıdı bizi. Tren istasyonundan ayrılırken tuktukçu seremonisiyle karşılandık. Tuttukçular, Hindistan'ın üç tekerlekli araçla yolcu taşıyan mobil insanları. Adettendir diyerek bir tuktukçuya yolculuğun maliyetini sordum. Uygun bir fiyat söylediği için tamam dedim haydi gidelim. Önce bir iki laf attı Vikram, Türküz deyince tuktukunu sürerken bir yandan da küçük bir defterin sayfalarını karıştırmaya başladı ve tuttukuna binmiş Türkler tarafından kendisi için yazılmış metinleri gösterdi bize. Sonra tuktukunu durdurdu ve bizi gün boyu gezdirebileceğinden bahsetti. Kısa bir pazarlık evresinden sonra toplam 700 rupide (35 lira) karar kıldık.

Vikram'ın tutkukunun içinden
Eşyaları otele bırakıp karnımızı güzelce doyurduktan sonra ilk durak olan Bebek Tac’a vardık. Tac Mahal’in öncülü olduğu düşünülen yapıya giriş için kişi başı 100 rupi (5 lira) ödedik.  ‘Mücevherat kutusu’ olarak da adlandırılan yapı, bahçe simetrisiyle dikkat çekse de güzelliğini içinde taşıyormuş meğer. Tapınak, kutsal mekan ve anıt mezarlara ayakkabı ile basmama geleneği nedeniyle ayakkabılarımızı çıkardıktan sonra Bebek Tac’ın içindeki dünyaya ulaştık.  Yüz yıllara meydan okuyan duvar süslemeleri ve taş işçiliği ağzımızı açık bıraktı.

Agra Yolları...
Sıradaki durak Agra Kalesi idi ama kalenin dörtte üçlük kısmının ordu tarafından kullanıldığını ve turistlere kapalı olduğunu öğrendikten sonra kalenin halka açık bahçeleri arasında kısa bir gezinti yapmakla yetindik. Tuktuka tekrar bindiğimizde bu sefer eski şehrin caddeleri arasında ilerliyorduk. Yolun yan tarafında görünen bir zamanların ulu Yamuna nehri, bugün barındırdığı kirliliğe aldırmayan çocukların eğlence alanı ve belki de başka su kaynağı olmayan fakir yerli halkın kıyafetlerini yıkama ve temizlenme yeriydi. Bu manzaralar Hindistan gerçekleriydi, iç karartıcı ama gün gibi ayan gerçekler…

Tac Mahal avlusundaki anne ve çocuğu
Tuktuk ile bir sonraki durak Tac Mahal’i arka cepheden gören bahçeler idi. Havanın sisli olması bize istediğimiz görüntüyü vermese de yol üzerinde gördüğümüz tapınak ve çevresindeki arsada kriket maçı yapan çocuklar beni çocukluğuma, mahalle camisinin çevresinde taşlardan kale yapıp arkadaşlarımla top peşinde koştuğum günlere götürdü.

Hint işleri

Geç ama leziz bir öğle yemeğinden sonra soluğu Hint el işlerinin yapıldığı dükkanlarda aldık. İlk durak Hint giysilerinin sergilendiği rengarenk bir dükkandı, sonraki taş işçiliğinin yapıldığı bir başkası. En son ise Babür minyatürlerinin sergilendiği bir dükkanı ziyaret ettik. Hint sanatının doruk noktalarından biri olan minyatürler, bu coğrafyadan hatıra olarak götürebilecek en değerli objelerden. Önce kara kalemle çizilen motifler kıl fırça ile boyandıktan sonra altın kaplama ile süsleniyor. Yıllanmış kağıtlara nakşedilen bu minyatürlerin binlerce rupi olan orijinal eserlerine gücünüz yetmezse, kopya eserleri benim yaptığım gibi birkaç yüz rupi karşılığında edinebilirsiniz.

Hint minyatürleri ve işlemeleri
Günün sonuna yaklaşırken Agra’da güneşin batırılacağı en güzel mekan için kişi başı 750 rupiyi (32 lira) feda ettik. Kapıdaki sıkı güvenlik önlemleri ve çanta kontrolüyle geçtiğimiz birinci kapıdan sonra kendimizi Tac Mahal’in dış avlusunda bulduk.  İkinci kapıya doğru ilerledikçe beliren güzelliği tamamen gördüğümüz an sanki başka bir alemdeydik. Gerçekten hangi aşk böylesine masalsı bir yapı daha ortaya çıkarabilirdi ki?

Dışardaki görüntü anıt mezarın içine girince bambaşka bir boyut kazandı. Önce ne yaptığını anlayamadığım elinde küçük fenerler olan ve arada duvara yaklaşıp bağıran tiplerin yanına vardığımda aklıma Cemal Mithat Kuntay’ın dizeleri geldi: ‘’Anlat bana bir parçacık ecdadımı anlat. Muhtacım o efsaneye tarihe masal kat.’’. Onlar da sanki aklımdan geçenleri okumuş gibi ışık vurunca renk değiştiren duvarlara dokunan nilüfer çiçeklerini ve altından yapılmış yarım ay biçimindeki mezar girişini gösterdiler bana. Etkilenmemek elde değildi.

Tac Mahal
Sisin gökyüzüne egemen olması nedeniyle Tac Mahal’de beklediğimiz güneş batışını yakalayamasak da kararmaya başlayan gökyüzü, sevgili için yapılan böyle masalsı bir yapının yüceliği ve dış kapıdan ayrılırken başlayan ezanın sedasıyla mistik bir yolculuğa doğru itilmiştim.

Agra, uzaklardan bugüne taşınmış bir efsaneydi belki, ihtişamlı günlerinden geriye sadece büyük yapıları kalan. Ya da çok eski bir masaldan parçaydı. Her masalda olduğu gibi uçlardaydı orada da hayat. Sokaklar fakirlikle baş etmeye çalışan insanlarla doluyken yüz yıllık yapılar parıldıyordu yapıldıkları ilk gün gibi ve kalpleri çalmaya devam ediyordu.


13 Temmuz 2016 Çarşamba

Öğrenci Kafasıyla, Avrupa'nın En Doğusundan En Batısına...



Bu yazı ilk olarak 'Hürriyet Seyahat' internet ekinde, aynı başlıkla 17 Aralık 2015 tarihinde yayınlanmıştır. 



Avrupa'nın en doğusu Türkiye, en batısı Portekiz... Boğaz Köprüsü'ne girmeden eğer son kara parçasına değiyorsa tekerlekler, Roca Burnu (Cabo de Roca) okyanustan önce ayak basılabilecek son nokta. Avrupa, kıtaların en küçüğü dahi olsa bir ucundaki İstanbul'dan öteki ucundaki Lizbon'a seyahat oldukça masraflı. Peki bir öğrenci neden Portekiz'e düşürsün yolunu?



Uzak bir diyar Portekiz. Gitmek oldukça maliyetli ama uçak biletleri için kurulan pusu sonuç veriyor. Günlerdir süren site ziyaretlerinden sonra Almanya’da Erasmus yapıyor olmamızın avantajını kullanarak, Türkiye çıkışlı bir uçuşa kıyasla uygun bir fiyata biletlerimizi satın alıyoruz. Eğer gezinin rotasını birkaç hafta önce kararlaştırmış olsaydık, tek yön için 30 Euro vermek yerine bunun yarısı fiyata uçmamız içten bile değildi.

Yolculuk gününü beklerken küçük bir detayı halletmemiz gerekiyordu. Konaklama... Lizbon'da pansiyon fiyatları kişi başı beş Euro'dan başlasa da biz,  ulaşım kolaylığı açısından şehir merkezinde olmasını istediğimiz pansiyonumuza geceliği sekiz Euro'dan rezervasyon yaptık. Bileti ucuz alınca Atatürk Havalimanı gibi merkezi bir noktadan Lizbon'a doğru yol almayacağımızın bilincinde olsak da evsizlerle muhabbet ederek havalimanına gidecek otobüsü bekleyeceğimizi hiç ama hiç düşünmemiştik. Hatta gece yarısı açık tek yer kalan fastfood zincirinden kovulup, polise evsiz olmadığımızı anlatmayı da... Olan olmuştu. Hiçbir şeyden şikayetçi değildik. Sırt çantamızdaki erzakla öyle ya da böyle atmıştık kendimizi havalimanı otobüsüne.



LİZBON'UN SICAK MERHABASI
Lizbon’a varıp pansiyona ulaştığımızda bir sürprizle karşılaştık. Büyük bir hata yapıp rezervasyon başlangıcını bir sonraki güne ayarlamış olduğumu duymak ve pansiyonun kalmayı planladığımız gece için normalden üç kat daha fazla fiyat çıkarması bize, ‘evsiz’ geçirdiğimiz son geceyi hatırlattı. Çantalarımızı  bırakıp ertesi gün dönmek üzere sokağa çıktık. İstanbul gibi yedi tepe üzerine kurulmuş olan şehir rengarenk. Arap esintileri, dar sokaklar, sarı tramvaylar, neşeli insanlar… Lizbon bizi biz de onu sevmiştik.  Alfama’nın sokaklarında kaybolduk ve hava karardığında Bairro Alto’da kalabalığa karıştık. Gece olmadan havalimanındaki kral dairemize yani 'en az ışık alan bekleme salonuna' ulaştık. Krallara layık uykunun(!) bize sağladığı tek kazanç arttırdığımız parayla ertesi akşam Fado dinleyerek ruhumuzu, kod balığı yiyerek de karnımızı doyurmamız oldu.  

Alfama Sokakları


OKYANUSTAKİ KAPTANLARA SELAM
15 numaralı tramvaya sızıp Belem’e indiğimizde Lizbon’u bir kez daha sevdik. UNESCO tarafından korunan Jeronimos Manastırı’nı gördükten sonra Gemici Henrique’nin 500'üncü ölüm yılı anısına inşaa edilen ve Vasco da Gama'dan Bartolomeu Dias'a kadar birçok Portekizli denizcinin  tasvirlerinin bulunduğu Keşifler Anıtı’na uğrayıp, okyanustaki kaptanlara selam verdik. Yürümekten yorulan bünyemizi, 1837’den beri faaliyette olan Belem Pastanesi'nde yer bulmak için biraz daha hırpalansak da  pastanenin dünyaca ünlü 'Nata' turtalarıyla tanesi bir buçuk Euro'ya doping aldık. Yönümüzü şehir merkezindeki Baxia’ya çevirdik.

Gotik stilinin devamı olan Manuelin tarzında olan kule, 16. Yüzyıl'ın başlarında Portekizli kaşif Vasco de Gama anısına yapıldı.
TABANVAY İLE SİNTRA'YI GEZMEK
Ermeni asıllı bir Osmanlı vatandaşı olan petrol zengini Kalust Sarkis Gülbenkyan'ın Mısır, İslam, Mezopotamya, Yunan, Ermeni ve Uzakdoğu dünyasından toplattığı eserlerin sergilendiği müzeyi görmek istesek de müzenin açık olmayışının azizliğine uğrayıp kapıdan geri döndük. Bu olay, Lizbon’a 40 dakika uzaklıktaki Sintra’ya ulaşmamızı hızlandırdı. Kişi başı tek yön 1.80 Euro ödeyerek banliyö trenine atladıktan sonra çevreyi seyre daldık. Sintra’ya vardıktan sonra köy merkezine ulaşmak için yine en çok tercih ettiğimiz ulaşım aracı tabanvayı kullandık. Merkeze vardıktan sonra Sintra pastasını tattık, dükkanları gezdik ve Romantizm akımının önde gelen şairlerinden George Gordon Byron’ın çok sık uğradığı bara gittik.


Sintra’nın küçük ve tatlı sokaklarında keyiflendikten sonra tepeye çıkma zamanı gelip çattığında yine alışılmış olan yöntemi kullandık. Tabana kuvvet dedik ve yokuş yol boyunca yanımızdan geçen tur otobüslerine baka baka, "ha bitti ha bitecek" diyerek zirveye yani kaleye vardık. Burada, harika manzaranın keyfini çıkardık ve Arap medeniyetinin, yaklaşık 700 yıl hüküm sürdüğü bu coğrafyadan nasıl ’geri püskürtüldüğünü’ geniş vadiye bakarak anlamaya çalıştık.  Sintra'ya kadar gelip Avrupa'nın sonuna varmadan geri dönemezdik. Bu nedenle, tıka basa turistle dolu bir otobüse dört Euro verdik ve yaklaşık bir saat sonra Cabo de Roca’ya ulaştık. Avrupa'nın sonuna geldiğimizi gösteren sertifikaya 11 Euro ödemek yerine biz, masmavi ve sonsuz Atlantik’i seyre daldık.

Sarı Tramvaylar Sizi Çağırıyor
Öğrenciliğin hakkını verdik Portekiz gezisi sırasınca: Havalimanında yattık, kilometrelerce yol teptik, konserveler tükettik ama hepsinden önemlisi harika bir zaman geçirdik. Kısıtlı bütçemizle yepyeni bir coğrafyayı keşfettik, tarih bilgimizi geliştirdik, yerel lezzetleri tattık, bizim gibi yolda olanlarla tanıştık ve tüm bu deneyimler sonunda hayat, bizi biraz daha büyüttü.


Lizbon ve Sintra hakkında daha geniş bilgi sahibi olmak için bu blogtaki 'Lizbon: Evde Hissettiren Şehir' yazısına bir göz atın. 



30 Mart 2016 Çarşamba

Öğrenci Kafasıyla Kaliforniya Yolları

Yolunu Amerika’ya düşürenlerin yapmadan dönmediği şeylerin başındadır bir araba bulmak ve nerede biteceği belli olmayan yollarda kaybolmak. ‘road trip’ diye anılan bu çılgınlığı Amerikan rüyası haline getiren Hollywood filmleridir belki. Bizim hikayemiz bir filme çekilseydi eğer, Hollywood’un da sınırlarına dahil olduğu Los Angeles'taki Pizter College'da kurulmuş olacaktı ‘Öğrenci Kafasıyla Kaliforniya Yolları’ nın ilk seti. Arabaya konulan kameralarsa yol boyunca eşlik edecekti bize ve gösterecekti seyirciye Yosemite ve Big Sur milli parklarından Kaliforniya sahillerine kadar uğranılan yol üstü macera duraklarını.

Yollar...

Her şey Mevlana programıyla burslu değişim öğrencisi olarak gittiğimiz Amerika’da başladı. Günler geçtikçe arkadaş çevremiz artıyor ve yeni ortamımızla keşfetmek istediğimiz rotaları konuşur oluyorduk. Yaklaşık dört litreye karşılık gelen bir galon benzinin sekiz lira civarında gezinen fiyatı kafamızda çizdiğimiz rotaların maliyetinin öğrenci bütçesiyle gerçekleştirebilir olduğunu gösteriyordu bize. Yine yolculuktan bahis açılan bir günde aniden bir karar alındı ve dört kafadar arabada bulduk kendimizi. İstikamet az çok belliydi, Yosemite Milli Parkı’na ulaşmaktı ilk hedef, sonrası içinse ‘kervan yolda düzülür’ felsefesindeydik. Yola, öğlen vakti çıkmış olsak da neredeyse her köşe başında durduğumuzdan dolayı yolu uzatmış ve bu esnada da garip mi garip olaylara tanıklık etmiştik. Su almak için durduğumuz bir esnada, polisler tarafından eşlik edilen bir arabadan indirilen ve daha sonra Meksikalı olduğunu öğrendiğimiz bir çiftin, kelepçelenmesi bunlardan en unutulmazıydı. Onların bu durumla karşılaşmalarının altında yatan nedeni ise hiçbir zaman öğrenemedik.

    
         Yosemite Milli Parkı

On saate yakın süren yolculuğun ardından Yosemite Milli Parkı’na gecenin zifiri karanlığında vardık. Boş diye ateş yakıp çevresinde ısınmaya çalıştığımız alanda uykuya dalmadan önce gökyüzüne çarptı birinin gözü, sonra herkes gökyüzünü seyre daldı. Ağaçların arasındaki büyük boşluktan fışkıran yıldızlar hiç bu kadar yakın ve parlak olmamıştı daha önce. Sabah olup uyandığımızda çevremizde yer alan kampçıların çadırlarını gördük ve gece boyunca varlığından habersiz yanında uyuduğumuz ayıların erişmemesi için dikilmiş yemek konteynerleriyle karşılaştık. Belki de ateşimiz söndükten sonra birkaç ayı gelip ziyaret etmişti bizi gecenin ıssızlığında.

   
   Yosemite Milli Parkı

Kamp ortamında duş gibi lükslerin olmaması, buz gibi nehir suyuyla ayılmamıza engel değildi. Hayatımızda ilk kez nehirde yıkanarak güne başlamanın verdiği tarifi güç bir ‘zindelik’ ile Yosemite’yi keşfettik. Kocaman taşlarla bezeli nehirde taştan taşa atlamak gibi çocukça şeyler yaptıktan sonra milli parka, turist taşıyan araçların uğrak noktası olan bir seyir tepesinden baktık. Asırlık ağaçların manzarasıyla farklı alemlere daldık. Öyle ki bu doğa sarhoşluğu az kalsın arabayla bir ağaca çarpmamıza bile sebep olacaktı. Ağaca çarpmaktan ucuz kurtulsak da hız limitine dikkat etmediğimizden dolayı peşimize takılan polisin sireniyle neye uğradığımızı şaşırdık. 

Yosemite’den sonra arkadaş ziyareti için San Francisco’ya kırdık direksiyonu. Eğlenceli bir geceden sonra şehrin yüzyılı devirmiş tramvaylarıyla tek yön bilete beş dolar vererek tarihte bir yolculuk yaptık ve San Francisco’nun yerel lezzetleriyle karnımızı doyurup tekrar yollara bıraktık kendimizi. Eve dönüş yolunda ünlü Santa Cruz sahilinde kahve molası verdikten sonra şarkılara konu olmuş 101 numaralı Kaliforniya karayolunda güneşin batımından dakikalar önce Bixby Koyu Köprüsü’ne (Bixby Creek Bridge) ulaştık. Günün sona erişini, dalgaların kayalara vurup çıkardığı seslerin azizliği ve uçurumun verdiği ürperti içinde izledik. Bir kartpostalı yaşıyorduk yine ‘Öğrenci Kafasıyla Kaliforniya Yolları’nda.

    
    Bixby Creek Bridge

Eve dönüş istikametindeki Big Sur milli parkından geçerken kontrol panelinde beliren sarı ışıkla, gecenin karanlığında yolda kalmanın eşiğine geldik. Uğradığımız benzinliklerin pompalarına kilit vurmuş olması içimizi daha da karartsa da açık bir benzinlik bulduğumuzdaki mutluluk, ilk kez canlı bir rakun görmenin şaşkınlığıyla birleşti o akşam. Zil çalan karnımızı, yüzümüze gülen benzinliğin kapanmış olan restoranından değil ama elimizde kalan son fasulye konserveleriyle doyurduk. Bu uzun gece, dağları aşıp indiğimiz bir Kaliforniya sahilinde yakılan ateş ve çevresine sıralanan dört uyku tulumunun akıllardaki görüntüsüyle sona erdi. Gece dalgaların sesiyle uykuya daldığımız sahil, sabahın ilk ışıklarıyla sörfçülerle dolup taşmıştı. Biz, onları orada bırakarak günlerdir yolda olmanın verdiği yorgunlukla hikayeyi sonlandırmak için başladığımız noktaya, okula, doğru sürdük arabayı.

Bir kampçı spesiyali: Odun Ateşinde Sütlü Çay

İlk kez yollara atmıştık kendimizi, başka bir ülkede böylesine macera içinde. Garip olaylara sahne olmuştu bu yolculuk ve unutulması güç anılara gebe. ‘Öğrenci kafasıyla Kaliforniya’ filmi çekilmiş olsaydı eğer Oscar alamazdık evet ama kült filmler listesine girerdik herhalde.