20 Eylül 2015 Pazar

Lüksemburg: Avrupa'nın Kalbinde Küçücük Bir Ülke


Küçücük bir Avrupa ülkesine düştü yolum bu sefer. Avrupa Yatırım Bankası’nda yaptığım staj boyunca kaldığım Lüksemburg’u bir turist gözüyle anlatmaya çalışacağım bu yazımda. Ülke hakkında kısa kısa konuştuktan sonra Lüksemburg şehrinde gezineceğiz beraber. Daha sonra, ülkenin kırsalındaki saklı coğrafyalara, büyüleyici orta çağ yapılarına ve Rönesans şatolarına doğru keşfe çıkacağız. E o zaman haydi başlayalım yolculuğa.

Lüksemburg Şehrindeki Grund Bölgesinden

LÜKSEMBURG, kısa kısa

  • Resmi adı Lüksemburg Büyük Dukalığı olan ülke, tarih sahnesine 963 yılında, bugün Lüksemburg şehri sınırları içinde yer alan kalenin inşasıyla Luclinburhuc olarak çıkmış. 1346 ile 1437 yılları arasında üç Lüksemburg Prensi, Kutsal Roma Germen İmparatoru olarak taç giymiş. Hanedanlıkta veliaht erkek problemi baş gösterinceyse ülke, Burgonya Hanedanlığı’na satılmış.  1555 yılında Lüksemburg Dükalığı, İspanyol Habsburglularının eline geçmiş. 1715 yılında Lüksemburg, Avusturya Macaristan İmparatorluğu kontrolüne girmişse de Napolyon döneminde bölge Fransız ordularınca işgale uğramış.1815 Viyana Anlaşması ile Hollanda Kralı 1. William tarafından ülke, Büyük Dükalık olarak tanınmış. Lüksemburg, 1830 isyanlarından sonra Belçika gibi bağımsızlığına kavuşmuş ve bağımsızlığı 1867 yılındaki Londra Anlaşması ile tanınmış. Ülke, son yüzyıldaki iki dünya savaşındaysa Alman işgaline karşı koyamamış. 
  • Lüksemburg, Avrupa’nın en küçük ülkelerinden birisi. Yüz ölçümü 2586 km2, yani Türkiye’nin yaklaşık 300’ de biri. Lüksemburg, sınırlarını Almanya, Fransa ve Belçika ile paylaşıyor.  
  • Lüksemburg nüfusu 563 bin kişi. Nüfusun yüzde 46’sını Lüksemburg vatandaşı olmayan ancak ülkede yaşayan yabancılar oluşturuyor. Lüksemburg, yaklaşık 170 farklı milletten bireyleri misafir ediyor ve onlara yaşam imkanı sağlıyor. Portekizliler, Lüksemburg’ taki en büyük azınlık ve ülke nüfusunun yüzde 16’sını oluşturuyor.  Ülkedeki diğer büyük azınlıkların nüfusa oranıysa şöyle:  % 7 Fransız ve yaklaşık %7 İtalyan ve Belçikalı, % 7 diğer AB üye ülke vatandaşları ve %6 AB üyesi olmayan diğer ülke vatandaşları. Ülkede ikamet eden Türk vatandaşı sayısıysa 870 civarında.
  • Yabancı nüfus, ülkedeki iş gücünün yaklaşık %70’ini oluşturuyor. Ülkede yaşayan yabancı pasaportlu kişiler dışında, her gün yaklaşık 150 bin çalışan ülke değiştirip Lüksemburg’a iş yerlerine geliyor, iş çıkışındaysa tekrar Almanya, Fransa ya da Belçika’daki evlerine dönüyor. Bu gelenek her iş günü tekrarlanıyor.
  • Ülkede üç resmi dil mevcut. Bunlar Lüksemburgça, Almanca ve Fransızca. Bu üç dilden herhangi birini konuşabiliyorsanız gerek sokaklarda gerekse de devlet dairelerinde işiniz çok kolay. Bu üç dilden herhangi birine hakim değilseniz, yine de zorluk çekmeniz çok güç. Ülkede, orta öğretimden itibaren İngilizce dil eğitimi gören Lüksemburglular sizi hayal kırıklığına uğratmayacaklardır. Ortalama Lüksemburglu bir ailenin çocuğu evde konuşulan Lüksemburgça ile büyüyor. İlkokula başladığı ilk yıl Almanca dersleri alıyor ve ilkokulda devam eden yıllarda Fransızca öğrenmeye başlıyor. Orta öğretimde İngilizce ile tanışan küçük bir Lüksemburglu, liseden çıktığındaysa dört dile hakim bir dünya vatandaşı olarak ülkesini temsil ediyor. Ülkede bu dört dil dışında Portekizce ve İtalyanca bilmek de iş başvurularında kişilere büyük avantajlar sağlıyor. Büyük süpermarketlerde dahi yabancı dil bir elzem. Buralarda, kasiyerler bildikleri her dili temsilen o dilin konuşulduğu ülkelerin bayraklarından oluşan dil kartlarını kasalarının üzerlerine asmışlar. Böylelikle bu çok dilli ve çok kültürlü ülkede daha etkili bir alışveriş ortamı sağlanmış.
  • Lüksemburg, kişi başına düşen 83 bin Euroluk milli geliriyle Katar’dan sonra dünyanın en zengin ikinci, Avrupa’nınsa en zengin ülkesi durumunda. Lüksemburg bugün hizmet sektörü, AB kurumları, bankacılık ve finans ile anılsa da ülkenin zenginleşmesindeki başat rolü ağır sanayi ve özel olarak da demir çelik imalatı almış. Sanayide ileri teknolojiye ayrı bir önem verilen ülkede, havacılık sektörü ve kimyasal madde üretimi ülke sanayisinin yeni göz bebekleri. Barındırdığı kritik sektörlere rağmen bugün sanayi, ülke ekonomisinde yalnızca yüzde 14’lük bir paya sahip.  Ekonominin geri kalan yüzde 86’lık kısmınınsa neredeyse tamamını hizmet sektörü oluşturuyor.  Parantez açmak gerekirse tarım, Lüksemburg ekonominin yalnızca binde 3’üne tekabül ediyor.
  • Lüksemburg telefon kodu +352.
  • Ülke biri 1995'te diğeri de 2007’de olmak üzere iki kez Avrupa Kültür Başkenti seçilmiş.
  • Lüksemburg, dünyada dükalıkla yönetilen tek ülke. 60 sandalyeli parlamentonun ve 21 üyeli danışma meclisinin üstünde ülkenin reisi ve tek yöneticisi Lüksemburg Büyük Dükü Henri var. Ülke, 12 kantona ve 105 mahalli idareye ayrılmış. 2013 seçim sonuçlarına göre Hristiyan Demokrat Parti 23 vekil çıkarsa da Sosyalistler, Demokratlar ve Yeşillerin oluşturduğu birlik, yeni hükümeti oluşturmuş. Bu hükümetle birlikte 1979’dan beri aralıksız süren Hristiyan Demokrat hükümetler silsilesine bir ara verilmiş. 
  • Lüksemburg, iki havaalanıyla dünyaya bağlanıyor. Yüz ölçümü çok küçük olan ülkede temel ulaşım aracı otobüsler. Bunu, büyük şehirleri birbirine ve çevre ülkeleri de büyük şehirlere bağlayan raylı taşıma hatları izliyor. Ülkede ulaşım ağları diğer Batı Avrupa ülkelerine göre çok da harika işliyor sayılmaz. Bunun en büyük sebebi, yolların darlığı ve göç ile artan nüfusa yeterli gelmeyen ulaşım ağları. Ülkenin en büyük şehri olan Lüksemburg yoğun göç alan bir yer olması dolayısıyla trafiğin ağır işlediği bir kent. Artan nüfus, iş saatlerinde otobüslerin tıka basa dolu olmasına ve yolların da binek araç çokluğundan sıkışmasına neden oluyor. Bu sorunları idrak eden Lüksemburglu yöneticiler 2017’de hizmete girecek olan tramvay hatları ile ulaşımda görülen bu tıkanıklığı ve aksaklığı engellemeye çalışıyorlar. Alternatif ulaşım ağlarıyla da şehir trafiğine bir nebze olsun rahatlama getirilmesi amaçlanmış. Lüksemburg şehrinde sık karşılaşacağınız mavi beyaz VeloH bisikletler bu amaçla sokaklarda. Bir bisiklet paylaşım programı olan VeloH’un kullanımı, takım elbiseliler ya da topuklu ayakkabı giyenler arasında dahi çok yaygın.
  • Avrupa Birliği’ nin birden fazla kalbi olduğu kesin ama kesin olan başka bir konu da kalplerden birinin Lüksemburg’ta atıyor olduğu.  Bu küçük ülke, ortak Avrupa rüyasının gerçeğe dönüşmeye başladığı yerlerden birisi olarak tarihteki yerini almış. 1948’deki Benelüks Gümrük Birliği’nin Belçika ve Hollanda ile beraber üçüncü üyesi olan Lüksemburg, 1952’de Avrupa Birliği’nin temeli sayılabilecek ilk birlik olan Avrupa Demir Çelik Topluluğu’nun kuruluşunda da ilk imza atan ülkelerden. Yine AB’nin öncüsü olan Avrupa Ticaret Topluluğu’nun oluşmasında Lüksemburg, 1957’deki Roma Anlaşması’nı imzalayan altı ülkeden birisi. 1985’te yürürlüğe giren Schengen Anlaşması, adını Lüksemburg’un güneyindeki sınır kenti Schengen’den alıyor. Lüksemburg şehrindeki Kirchberg platosu 2. Dünya Savaşı’ndan sonra inşaatına başlanan Avrupa kurumlarıyla ülkenin ve AB’nin övünç kaynağı. AB’nin kurucu atalarından sayılan Robert Schuman, Euro para biriminin öncülerinden Pierre Werner ve AB’nin yürütme kurulu yani Avrupa Komisyonu’nun 2014 yılından bu yana başkanı olan Jean- Claude Juncker Lüksemburg’un en önemli kişiliklerinden.


LÜKSEMBURG ŞEHRİ

Lüksemburg bir başkent olmasından öte adını verdiği ülkenin beyni, ayakları, kolları yani kısaca her şeyi. Şehrin nüfusu 100 bin civarında ve bunun yaklaşık yarısını Lüksemburglu olmayan ancak şehirde ikamet eden çalışanlar oluşturuyor.


Peki bir turist olarak bu şehirde ne yapılır?

Tabi ki eski şehir merkezi görülmeli. Yalnız Lüksemburg’ta  eski şehir merkezi sayısı bir değil iki. Bunun sebebi, Avrupa’nın meşhur nehirlerinin burada bir farklılığa imza atarak normalden çok daha derin bir vadiden akması ve bu sebeple şehri alt ve üst şehir olarak iki kısma ayırması. Alt şehirle üst şehir yokuşlu yollar ve asansörlerle birbirine bağlanıyor. Bugün, üst şehir alışverişin kalbiyken alt şehirse daha sakin bir hal içinde. Hamilius diye anılan merkez, üst şehirde yer alıyor. Otobüs durakları, iş yerleri hep Hamilius ve çevresinde. Grund olarak adlandırılan ve Almanca ‘’temel’’ ya da ‘’aşağı’’ manasına gelen alt şehir, nehrin kenarında ve çevresindeki kafelerle barlara ev sahipliği yapıyor. İş stresinden ve yoğunluğundan arınmak isteyenler alt şehirdeki nehir çevresinde içeceklerini harika bir vadinin içinde yudumlayabilirler.
Alt Şehir (Grund)

Benim bin-çık olarak adlandırdığım hop-on hop-off diye bilinen turist otobüsleri bu şehirde de mevcut. Fiyatı hakkında hiçbir fikrim olmasa da size Lüksemburg’u gezmek için bu otobüsleri kullanmanızı tavsiye etmem. Zaten çok küçük olan şehrin sokaklarında kaybolun, yapılardaki mimariyi görün ve çoğunluğu Lüksemburglu olmayan şehir sakinlerinin konuştuğu dilleri anlamaya çalışın.


Place Guilaume II

Şehirde iki ana meydan mevcut, bunlar Place d’ Armes ve Place Guillaume II. Place d’ Armes, Place Guillaume II ile kıyaslandığında küçük olmasına rağmen çok daha sevimli. Meydanın iki tarafı ağaçlarla kaplı ve ağaçları arasına alan bir köşede bir sahne kurulu vaziyette. Bu sahnede düzenlenen konserler, özellikle yaz ayları meydandaki kafe ve restoranlarda oturanlar için müzik ziyafeti sunuyor. Place Guilaume II meydanı, adını dönemin Büyük Hollanda Kralı William’dan alıyor. Bu meydanda dikkati çeken yapı, Lüksemburg Belediye Sarayı yani Hotel de Ville.  Meydanda ayrıca büyükçe bir turist ofisi ve birkaç işletme var. Place Guilaume II meydanından görülen ve dikkat çeken bir yapı Notre Dame Katedrali. Katedral, meydana yaklaşık 1 dakikalık yürüme mesafesinde. Katedralin önündeki küçük meydanlıkta 1919-1964 yılları arasında ülkesini yöneten Büyük Düşes Charlotte’un heykeli yer alıyor. Bu nokta turistler için de ilgi çekici bir nokta. Heykeli ve katedrali gördükten sonra tekrar Guilaume Meydanı’na doğru yürümeye başlarsanız yolu geçmeden sağ tarafınızda bir binaya denk geleceksiniz. Milletvekillerinin çalışma odalarının yer aldığı bu bina ile yolun karşısında bulunan ve birbirlerine bir cam köprüyle bağlı olan diğer yapıysa ülkenin 60 sandalyeli meclis binası.

Milletvekili Ofisleri ve Meclis
Ortadaysa Bir Köprü
Kirchberg bugün AB kurumlarına ev sahipliği yapan bir plato. İkinci Dünya Savaşı sırasında bakir durumda olan plato için ilk imar fikri Nazilerden gelmiş. Özel olarak getirttikleri mimarlara şehir planları çizdiren Nazilerin amacı Kirchberg’te Alman ideallerini gösteren yeni ve göz alıcı yapıtlardan oluşan alternatif bir şehir merkezi inşa etmekmiş. Nazilerin yenilgisiyle Kirchberg onların planlarına göre düzenlenmese de Avrupa Birliği’nin temel kurumlarının ilk binaları bu alana yerleştirilmiş. Bugün Lüksemburg’un, AB’nin üçüncü başkenti olarak kabul edilmesindeki en önemli neden yıllar önce adını aldığı vişne (Kirch) tepelerinden (Berg) geriye kalan büyük cam binalardan hizaya sokulan AB bürokrasisi.

Lüksemburg küçük bir şehir ve bu şehrin kayda değer yerlerini ve yapılarını görmeniz yarım gününüzü, çok çok yavaş gezenlerdenseniz ise ancak bir tam gününüzü alır. Ancak şehir, tabi ki sadece sokaklarıyla sınırlı değil. Müzeler her şehirde olduğu gibi bu şehrin de büyük bir zenginliği. Şehirdeki yedi farklı müze, Müze Mili adı verilen 1 millik (1.8 km) bir eğri içinde yer alıyor. Bu müzeler şöyle:

  • Villa Vauban – Lüksemburg Şehri Sanat Müzesi
  • Casino Lüksemburg – Modern Sanat Galerisi
  • Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
  • Milli Sanat Tarihi Müzesi
  • Doğa Müzesi ( Milli DoğaTarihi Müzesi)
  • Musee Drai Eechelen (Üç Palamut Müzesi: Kaleler, Tarih, Kimlik)
  • Modern Sanat Müzesi (MUDAM)


Bu müzelerden adı geçen ilk beşi üst şehirde, merkezde yer alıyor. Son ikisi ise Kirchberg’de arka arkaya konumlanmışlar. Ben, bu yedi müzeden maalesef sadece iki tanesini ziyaret şansı buldum.


Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi, gezi rehberlerinin de favorilerinden. Üst şehirden alt şehre inen yokuşta kurulmuş olan bina Lüksemburg’un kuruluşundan bugüne geçirdiği olayların dönemlere ait objelerle yansıtıldığı bir yer. Müze, sürekli serginin yanı sıra dönemlik sergilerle de Lüksemburg şehir hayatını ziyaretçilere yansıtıyor.

Müzeye giriş yetişkinler için 5, öğrenciler için 3 Euro. Salıdan pazara 10’dan 6’ya kadar açık olan müze, perşembe günleriyse 8 e kadar ziyaret edilebilir. Perşembe günleri 6 ile 8 arası müzeye giriş ücretsiz.

Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
Dış Görünüm
Lüksemburg Şehir Tarihi Müzesi
İç Mekan























Villa Vauban, şehir parkının köşesinde yer alan bir 19.yüzyıl burjuva yapısı. Bu eski ve asil yapı, bugün sürekli sergilerin gösterildiği alt katta 17. Yüzyıl Hollanda ve 19. Yüzyıl Fransız eserlerine ev sahipliği yapıyor. Giriş katı ve üst katta ise süreli sergilerle beraber değişen konu ve konukların eserleri görülebilir.

Müzeye giriş yetişkinler için 5, öğrenciler için 3 Euro. Pazartesiden pazara saat 10’dan 6’ya kadar açık olan müze, sadece perşembe günleri kapalı. Cuma günleri 6 ile 9 arası müze, ücretsiz ziyaret edilebilir.

Müzedeki Bir Tablodan
Ayrıntılı bakıldığında şöminenin çevresinde 
yer alan yazılardan Batı sanatında görülen 
oryantalizme şahit olabilirsiniz. 


Müze Mili ve müzelerle ilgili daha ayrıntılı bilgi almak için visitluxembourg sitesindeki Lüksemburg Müze ve Sergiler Kitapçığına bir göz atın. 



Lüksemburg şehir merkezinde saat 6’dan sonra açık olan tek yerler barlar ve restoranlar. Bu küçücük şehirde salı ya da çarşamba günlerinde dahi barlarda insan bulmanız mümkün. Bunun için doğru adresse yine üst şehirdeki barlar. Alt şehir yani Grund’da bulunan mekanlar cuma ve cumartesi günleri dışında geceleri genelde boş oluyor. Siz yine de Oscars’a ya da nehrin kenarındaki Scott Pub’a bakmak isterseniz asansöre atlayın ve alt şehre inin. Asansör sabah 6’dan gece 2’ye kadar açık tutuluyor.

Cuma ve cumartesi geceleri, saatler gece yarısını geçtiğinde hala üst şehirdeyseniz ve canınız sıkılmaya başladıysa Clausen’e giden CN1 adlı ücretsiz gece otobüslerine atlayın. Zevkinize göre bir bar ya da gece kulübüne geçin ve gecenin tadını çıkarın. Bu arada gece otobüsleri 3’e kadar çalışır vaziyette, Clausen’deki mekanlarsa yine 3 gibi durulmaya başlıyor.

Gece İçin Süslenmiş Clausen

LÜKSEMBURG KIRSALI

Lüksemburg yeşil mi yeşil, küçük mü küçük, zengin mi zengin bir ülke. Lüksemburglular, yeşilin verdiği doğal güzelliği, küçük ve zengin bir ülke olmanın avantajı ile birleştirmiş ve ortaya harika coğrafyayı süsleyen muhteşem yapılar çıkmış. Tüm Avrupa’da olduğu gibi burada da yaşanan feodalizm ve sonrasında gelen Rönesans, geriye büyük şatolar bırakmış. Şatoların bazıları son yıllara kadar soylu ailelerin konakladığı yerler olarak kalmış. 1989’da Lüksemburg şatoları için bir vakıf dahi oluşturulmuş. Turist ofisinden aldığım broşürde yazan bilgilere göre ülkede, bugün itibariyle halka açık 18 şato mevcut.

Ben, Lüksemburg’ta kaldığım süre boyunca kuzeydeki Vianden ve Beafort şatolarını ziyaret ettim. Şatolar, orada görecekleriniz ve şatolardan insan manzaralarıyla beraber size şatoların bulunduğu çevre hakkında da kısa bilgiler vermek istiyorum.

VIANDEN

Vianden Şatosu, 11. Yüzyılda Roma kalesi kalıntıları üzerine inşa edilen duvarlarla oluşturulmaya başlanmış. Sonraları Romanesk ve Gotik mimari üsluplarla şekillenen yapı, tüm Avrupa’da bu mimari tarzların en güzel örneklerini taşıyan şatolardan biri olarak gösteriliyor.  15. Yüzyıldan itibaren Avrupa’nın önemli feodal ailelerinin konutu olarak kullanılan yapı, 1820’de Hollanda Kralı 1. William ‘ın kontrolü altına girdiğinde parça parça satılmaya başlanmış. 1977 yılında Lüksemburg Düklüğü’nün zimmetine geçen şato kalıntıları, büyük restarosyonlar sonucu diriltirilerek bugünkü görkemli haline ulaşmış.

Vianden Şatosu

Şatonun farklı odalarında farklı sergiler mevcut, Avrupa’da yaşanmış olan şato hayatı buralarda resmedilmeye çalışılmış. Mutfak, yatak odaları, misafir odaları ve askeri kıyafetlerin sergilendiği odalar, eski zamanlar hakkında ziyaretçilere bilgiler veriyor. Şato, orta çağ ve Rönesans mimarisiyle ilgili de size ışık tutacak cinsten.

Şatoda Dalgalanan AB Bayrağıyla Haç Biçimindeki Pencere

Tüm bunların dışında, şatoda benim ilgimi en çok çeken, son odalara doğru karşınıza çıkacak olan yaşayan tarih gösterimleri oldu. Büyük bir salon içinde yer alan derici, satranç ustası, gotik yazı üstadı ve dokumacılar, tarihi yine tarihi kıyafetleriyle bugüne taşıyorlar. Mesela gotik yazı üstadı yaşlı adam arkasındaki küçük kıza, işinin püf noktalarını gösteriyor. Böylece hem tarih tekrar yaşanıyor hem de yazımı büyük bir uğraş gerektiren yazı stili yeni bir nesle daha aktarılmış oluyor. Bu büyük odadan dışarı çıktığınızda yaşayan tarihin devamı olan okçulara rast geleceksiniz. Burada, ok atmayı bilmeyenlere ya da acemisi olanlara, uzun Avrupa yaylarıyla İngiliz tarzı ok atımı gösteriliyor. Türk stili ok atmayı bilenler, burada bulunan kısa Macar yaylarını test edebilirler.


Yaşayan Tarihin Dokumacı Kadınları
Gotik Yazı Üstadı ve Çırağı Küçük Kız (Önde)
Deri Ustası (Arkada)






















Vianden Şatosu’nda beni en çok etkileyen, ziyaretçilere tarihin gösterildiği ve yaşatıldığı o anlar oldu. Kendi kendime hayıflandım o gün ve harika bir tarihimiz var ama onu bırakın yaşatmayı hatırlamakta bile zorlanıyoruz diye uzun uzun düşündüm. Türkiye’ye döndüğümde İstanbul Harbiye’deki Genelkurmay Askeri Müzesi hakkında bilgi sahibi oldum. 1453’te Haliç’e gerilen yaydan 16. yüzyıl tüfeklerine kadar harika bir sergiye ev sahipliği yapmasının yanında tarihi yaşatması da beni çok sevindirdi. Haftada iki gün geleneksel Türk okçuluğunun yapıldığı ve 1914 yılında kurulan Genelkurmay Mehteran Birliği’nin çaldığı bu müze, o günkü hayıflanmama bir cevap gibi oldu.

Vianden, küçük ve tatlı bir şehir. Şehir ortadan ikiye bir nehirle ayrılmış. Nehir kenarındaki kafeler ve restoranlar açlığınıza ve sususluğunuza çare olabilir. Ayrıca, kaleye çıkan yolda daha düşük bütçeler için uygun Portekiz restoranıyla bir de kebapçı mevcut.

Vianden Sokakları

Vianden şatosu ve şehri ortalama 2 buçuk saatlik bir gezinti için ideal.

Vianden’e, Ettelbrück üzerinden otobüs ya da trenle ulaşabilirsiniz.


BEAFORT (BEFORT)

Beafort, güzel kale anlamına gelen ''bellus fortis'' kelimelerinden türemiş. Beafort şehri Lüksemburg’un Küçük İsviçre olarak anılan Mullerthall bölgesinde. Bu bölge yemyeşil ve tepelikli topografyası ve sahip olduğu doğal çeşitliliği açısından övgüyü hak ediyor. Beafort, sahip olduğu iki şatoyla Küçük İsviçre’nin en önemli tarihi yerlerinden. Ortaçağ kalesi ve onun yanına inşa edilen Rönesans şatosu benim de uğradığım yerlerden oldu.

Beafort'taki Orta Çağ Kalesi

Orta çağ kalesinin yapım tarihi 1150 olarak söylense de uzmanlarca yapılan son araştırmalar, en eski burçların 9. Yüzyıla kadar dayandığına dair düşünceler oluşturmuş. Kale, Ortaçağ Avrupa’sının büyük bir tanığı olmuş. Kaleden çıkan soylu aile çocuklarının kimi Haçlı Seferleri’yle Doğu coğrafyasına yol almış, kimi soylu çocuklarıysa keşişlik veya rahiplik yapmış. 16. Yüzyılda Avrupa’da yavaş yavaş yayılan para ekonomisi, feodal lortların sahip olduğu güçlerini zaman içinde yitirmeleriyle sonuçlanmış. Değişen üretim tarzı ve feodalizmin çöküşü, eski feodal lortlardan bazılarının ticaret kervanlarına saldırmasına zemin hazırlamış. Kalenin en son feodal lordu Gaspard II de Heu da 1593’teki idamına kadar haydut şövalyelerden birisi olmuş. Onun ölümünden sonra kale ve kapladığı alan, İspanyol Habsburgluların Lüksemburg valisi Jean Baron de Beck tarafından satın alınmış. Baron de Beck, eski kalenin yanına yeni bir şato inşa ettirmek istemiş ve bu yapının yapımına 30 yıl savaşlarının son yıllarında, 1645’te başlanmış. Konut olarak kullanılacak olan şatonun yapımından sonra Orta çağ kalesi yeni sahiplerinin nazarında değerini yitirmiş ve 18. Yüzyıldan itibaren kaderine terk edilmiş. 1920 yılında eski kale yaklaşık 300 yıllık uykusundan uyanmış ve büyük bir bakıma girmiş. Restorasyondan sonra yaklaşık 900 yıllık kale 1932 yılında halka açılmış. Eski kalenin yanındaki Rönesans şatosu 1981 yılında son ev sahibesi Anne Marie Linckels tarafından devlete bağışlanmış. 2012 yılında 95 yaşında hayata gözlerini yuman Bayan Linckels’ten bir sene sonra Rönesans şatosu da ziyaretçilere açılmış. Ev, son sahibesinin bıraktığı gibi muhafaza edilmiş, onun okuduğu kitaplar dergiler dahil her şey yerli yerinde son dönem soylu hayatını görmek isteyen ziyaretçileri bekliyor. Bayan Linckels ile ilgili duyduğum ve beni en çok şaşırtan şeyse, son yıllarına kadar alışverişini kendisi yaptığını, bahçede ve mutfakta yaverlerine yardımı hiç eksik etmediğini duymak olmuştu.

Rönesans Şatosunun İçinden
Şatonun Bahçesinden



Şatolar dışında Lüksemburg kırsalları sizi masallara götürecek cinsten. Ekili arazilerden arta kalan yonca tarlalarına kocaman inekler tarafından kaplanmış. Şehirlerin arasını birbirine bağlayan tek şeritli yollar stresten uzak hayatların mümkün olabileceğinin apaçık bir göstergesi.

Lüksemburg Kırsalında Bir Çiftlik


LÜKSEMBURG’TAN GÜNÜ BİRLİK

Lüksemburg, Almanya, Fransa ve Belçika’ya komşu olduğundan bu ülkelere günü birlik seyahatler mümkün.

Günü birlik geziler için en popüler rota Almanya’nın Trier şehri. En Eski Alman şehri olma ünvanını taşıyan Trier, Roma İmparatorluğu’ndan kalma yapıları, doğal güzellikleri ve eski şehir merkezi ile bir cazibe merkezi. Trier için ayrıntılı bilgiyi yine bu blogta yer alan, Trier: Almanya’nın En Eski Şehrine Yolculuk adlı yazımdan ya da bu linkten ulaşabilirsiniz.

Fransa’nın Metz ve Belçika’nın Arlon şehirleri akla ilk gelen günü birlik rotalardan. Bu iki şehrin Lüksemburg garından uzaklığı yaklaşık 40 dakika.

LÜKSEMBURG KIRSALINDAN BANA KALANLAR

Lüksemburg kırsalında kat ettiğim yollar ruhumu okşasa da beni aynı zamanda derin düşünceler içinde bıraktı. Büyük şehirlerde yaşamaya mecbur bırakılan, düşük kaliteli hayatların sahibi, köyünden kasabasından uzak betonlaşan Türk insanının nasıl o güzelim Anadolu’yu tekrar keşfedebileceğini kurguladım kafamda.

Lüksemburg, küçük bir ülke olması dolayısıyla hizmet sektörüne yoğunlaşmış. Bugün, ülke ekonomisinin yüzde 86’sını hizmet sektörü oluşturuyor ancak bu, ülkedeki ekilebilir tarım topraklarının boş bırakılması anlamına gelmiyor. Tarım, ülkenin ekonomisine çok düşük bir katkı yapsa dahi tarımsal alanlar ekili ve hayvancılık hala ciddi biçimde sürdürülüyor. Öyle ki, ağır sanayi ile teknoloji yoğun sanayi üretiminin dışında üretimin çok sınırlı olduğu ülke, süt üretiminin çoğunu kendisi karşılıyor.

Türkiye’de boş bırakılan topraklar ve köyden kente göç, hem şehirlerdeki yaşam masraflarını hem de gıda fiyatlarını yükseltiyor. Kırsalda boş ve kaderine bırakılan topraklar ile şehirde üst üste binen binalar, bugünün Türkiye’sinin apaçık bir gerçeği. Bir iktisatçı olarak sürdürülebilir kalkınma benim için en önemlisi. Gezilerimin arka planını da hep bu oluşturuyor. Gezdiğim ülkelerin ekonomisini nasıl sürdürdüğü ve nasıl yücelttiği benim için çok değerli. Küçük bir ülke olan Lüksemburg, Avrupa’nın kalbindeki konumu ve AB’nin üç başkentinden birisi olması nedeniyle kendine hizmet sektörünü seçmiş ve böylece zenginleşmiş. Biz de ülkemizin kendine has özelliklerini göz önüne alarak kendimize en uygun ekonomik kalkınma modelini seçmeliyiz ki refaha erişelim. Benim bu noktada gözüm hep Anadolu’da ve hayalim kaderine terk edilmiş Anadolu’nun üretimle şahlanmasında.

Bir gün değeri anlaşılan, ürettiğini tüketen, yeşile boyanmış ve refah içindeki Anadolu’dan yazma ümidiyle, hepinize güzel seyahatler…